Behçet

İşte ‘yağmur dindi’; iki yaz arasına
yokluğu bıraktılar, senin o ağustos
sesini gölgeye değil, külünü aramıza…
‘Yağmur dindi’, unutulmaya hazırlanan ne
varsa temmuz gibi tutuşuyor aklımda;
yarısı o güneşli sesinin tozuyla hala
ürpertili bir yaz hışırtısına takılmış
alymışsekizlik plakta, yarısı kül aklımda!
Ah, kül razı değil de kul razı, sesinin
dolaylarından alınma bu yanık havaya,
bir bulut kaynıyor temmuz göğünden
gözümüzde ‘yağmur dindi’, yangınsa daha…
‘Yağmur dindi’ şairim, tabip değil misin
sen akıl ver bana: Bu acı hangi
arkadaşlığın gölgesine çekilir şimdi,
ve hangi şiire sığar külün kimsesizliği?
‘Yağmur dindi’ ve sen üstlendin yine
kardeşiyle kül olan bir ülkenin sessizliğini,
bir elem doktoru üstlenirdi bu acıyı elbet:
iyisiniz değil mi ruh verdiği şiirler?

Bir adın Safa’ymış meğer, güldün mü Behçet?

Haydar Ergülen

Sesler ve küller

orada duruyorsun, fırtınalar tanığımdır
terkedilmiş
beyaz ve nazlı,

yorgun bir hallacın
            attığı
                yünler
                    gibi
dokunaklı.

git diyorlar gidiyorsun
kal diyorlar

ne bir ses
ne bir şarkı.

ey saçlarına ak kuşlar üşüştüren
yüzünü peçesine saklamış

ayın altında
çam dalına asılan

gümüş
gölgesi

göle düşmüş.

kendine bıçaklar bileyen
                 devrilmiş
                 kağnı
                 gibi
yolda kalmış
sevgilim.

altın benekli
fundalıklarda

pusuya düşürülen

geceleyin gözleri bağlı
                           götürülen
karaca.

inilmedik ne bir deniz
çıkılmadık ne bir dağ

uğranmadık han
bırakmayan

yaralı koşma

sevdalı
im

halkım, sevgilim.

saz yok
mızrap yok

hep konmuş
hem göçebe

hem balık hem kuş
hem ingin hem yokuş

yanık otlar gibi
              kavrulmuş

esmer ve yoksul.

iner şafağın alacasında
karıncalar ordusu
şehre
                    kenar
                    mahallelerden
yürüyerek
ve trenlerle.

su satan çocuklarıyla
kapılarında vagonların

çamaşırcı
kadınlarıyla
                  iner
                 şehre
sincan’dan
iner mamak’tan

battal gazi
destanı ve
kan kalesi

ve kılıcıyla alinin

mızraklı ilmihalle.

yok başka bir cehennem
yaşıyorsun işte

ellerine
bulaşmış

kara incirin sütü
ve kardeşinin

kanı

habil ile kabilin.

yaşıyorsun
sarışın

onurlu ve aşık

karasevdalar
içinde
               aydınlık.

yok senin kayan bir yıldızın

puslu
ssekendizin

çolpanın
görünmüyor.

bu gökyüzü

sana
bana dar

telliturnam uçamaz
gelinkuşum konamaz.

                 tel örgüyle
                 çevrilmiş

onlara
mavi ve alabildiğine
                               geniş.

hasretin çırağı
gurbetin

kalfası

ve aydınlıkların
ustasısın

             sönünce
             mum
sönünce
çarağı

karanlıklara
çarpan

pervanem.
             halkım
             sevgilim

yanar
güneşte etin kehribar

                        bir üzüm
çıngılı
gibi.

çıkrık iner
çıkar

çıkrık

varılmaz

dibi görülmedik
korkuyum.

süngerdedir
vurgun yemiş

tütün
düzer
                 inci
                 gibi.

karabükte
duman olur

                 savrulur

gıslavette işçi.

yıllar yılı

bilirim

döne döne
yıllar yılı

aynı
kitabı okur

adı acılarbilgisi

adı acılarbilgisi

acılarbilgisi.

Behçet Aysan

Fesleğenler

bir gün girit’e geri döndüm.

tam üç uzun yıl geçti, deniz
orda her gün köpürürdü.

ve yaşlı bir kadın her gün ağlardı

hiç dönmeyecek olan
       bir balıkçı teknesini bekler gibi
                                   aynı kıyıda.

çakıl taşlarıyla
rengarenk,

kırmızı mendil ve usul sesli türküleriyle

oğlundan,
bir tutukevinden gelecek
                       mektubu.

üç uzun yıl
benim kapımı çalan güneş
onun konuk gecesiyle durmadan yer değiştirdi.

fesleğenler kırağılarla
        eski gemi artıkları
                saban demirleriyle

                                      yer değiştirdi.

beklediği mektup
hiç gelmeyecekti.

biraz önce nikos’u tuvalete götürdüler
hücremin önünden geçerken
                            ıslık çaldı

ve korkunç güzel
bir portakal kokusu yayıldı ortalığa

nikos’un ıslığından.

oysa sıcak bir geceydi ve yazdı.

işte o portakal kokusu
hatırlattı bana

bir gün dönmüştüm diye başlayan
selaniğe, pireye, atinaya, pireye

barba hristos’un dönüş öykülerini.

gece yarıları başlayan
gece yarısı götürülmelerle

dönüş öyküleri.

Behçet Aysan

Suçluluk Duygusu

Böyle uzun yaşamak iyi de
Sık sık
Bir suçluluk duygusu uyanıyor içimde
Halit Asım gibi hemen usuma gelen
Türküsü yarıda kesilen
Genç şairlerin
Yıllarını
Yıllarını mı çaldım
Yoksa ben.

Arif Damar

Osmaniye’de Ağıt Söyleme Geleneği ve Osmaniye Ağıtları

Ağıt terimi ile bir törene bağlı olsun olmasın, acıklı bir olayı konu alan ve metni de bu olayı hatırlatmaya, bütün yoğunluğuyla yaşatmaya elverişli türkülerin bütünü anlaşılmaktadır (Boratav, 1982: 444). Ağıtlar insanlığın ortak acısını canlı şekilde anlatan edebi metinlerdir. Ağıt, bir ölüm üzerine belli bir geleneğe uyularak yapılan törenlerde yakılmış ve söylenmiş bir de böyle bir törende yakıldığı halde daha sonra da hatıralarda yaşayan türkü olarak iki anlama gelir (Boratav, 1982.II:471).

Ölen bir kimsenin, gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını veya büyük felâketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya etkidir (T.S., 1988, C.I:23). Ağıt insanoğlunun ölüm karşısında duyduğu korkunun ve çaresizliğin anlatımıdır (Elçin, 1993:290). Ağıt, kelime anlamı olarak ağlama karşılığında kullanılır. Yakılmasına neden olan duygular evrensel olduğundan, ağıt bütün eski kültürlerde yaygın bir gelenek olduğu gibi günümüz toplumlarında da varlığını korumaktadır (Uludağ, 1988:470).

Ağıt yakmanın Türk toplumunda çok eski bir geçmişi vardır. Eski Türklerin üç önemli töreni vardır. Bunlar “sığır”, “şölen” ve “yuğ”dur. İslâmiyet’ten önceki dönemde ünlü bir kişinin ölümünden sonra yapılan ve yuğ adı verilen dinsel yas törenlerinde “sagu” denen şiirler söylenirdi. Bu şiirlerde ölünün iyilikleri, yaşarken yaptığı işler anlatılırdı. Bugün elimizde ünlü yiğit Alp Er Tunga için söylenmiş bir sagudan parçalar vardır.

Anadolu Türkçe’sinde ağıt, bozlak, Azerbaycan dilindeki ağı ile eş anlamlıdır. Kökeni ağlamak, bozlamak fiiline dayanır. Yas kelimesi ise Arapça “keder” anlamına gelen “ye’s” ten gelir (Boratav,1982:444). Ağıta Türkmenler “ağı, tavşa” derken, Nogaylar, “bozulamak”, Müslüman Kerkük Türkleri “sazlamağ”, Hıristiyan Kerkük Türkmenleri “madras”, Kırım Türkleri “tagmag” demektedirler (Uludağ,1988:471). Ağıt kavramına verilen isimler birbirinden farklı olmakla birlikte, kavramın ifade ettiği değerler detaylarda görülen küçük farklılıkların dışında genelde ortaklık göstermektedir. Örneğin; Kerkük Türklerinde ağıt söyleme yaygın bir gelenekken, erkekler ağıt söylememektedir. Gagauzlarda da ağıtı ellerinde kalın mumlar yanan, cenazenin biri ayak, biri baş ucuna oturmuş kadınlar hediye karşılığında söylemektedir ( Görkem, 2001:187 ).

Türkiye’de genellikle ağıt olarak kullanılan bu söz, bazı yörelerde farklı şekilde de kullanılabilmektedir: Bayatı (Kars), deme (Sivas), deşet (Adana), deyiş (Malatya), deyişet (Samsun), dil (Doğanşar-Sivas), lâvik (Kırşehir), ölgülü (Burdur), sau (Muş), sızılama (Doğu Anadolu), şin (Elazığ), şivan (Diyarbakır), yakım (İçel-Isparta), yas (Antalya, Balıkesir, Burdur, Karaman, Muğla) (Kaya,1999: 245).

Sözlü gelenekte gerek töreni gerekse çağrılan metni ve onun ezgisini adlandırmak için özel deyimler vardır; ancak bu deyimlerde bir anlam kesinliği yoktur. Ağıt yerine kimi zaman acıklı türkü, deme, bozlak, gelin ağıtı, gelin yası, ölüm acısı gibi deyimler de kullanılır (Boratav, 1982:444). Ağıtlar acı bir olayın özellikle de ölüm olayının ardından söylenen halk türküleridir. Önceleri yalnızca ölülerin ardından söylenen ağıtlar çeşitli konularda söylenmeye başlanmıştır. Zamanla dünyanın faniliği, ömrün kısalığı, ihanet, kıskançlık, sadakatsizlik, feleğe sitem de ağıta konu olmuştur. Yurdun istilâ görmesi, kaybedilen toprakların uyandırdığı acı, ağıt yakılan konular arasında yer almıştır. Zelzele, yangın, sel gibi afetler ağıtla dile getirilmiştir.

Genç yaşta dul kalan kadının sıkıntıları, kına yakma törenlerinde baba evinden aynlmanın hüznü, yavrusunu kaybeden anneler, geyikler, koyunlar ve leyleklerin başlarına gelen olaylar vd. ağıtların içeriğine yeni boyutlar kazandırmıştır.

Ağıt, yas törenlerinde acıyı azaltma şekillerinden biridir. Ritim, müzik ve ezgi birlikteliği vardır. Ağıt, yas törenleri içinde toplumsal kalıplar içinde söylenir. Yas törenlerinde söylenen ağıtlarda ortak bir tema vardır. Bunlarda ölen kişiye övgü, onun için kederlenme ortaktır (Görkem, 2001: 16). İslâmiyet’te ağıt yakma, kaderi kınama, ilahi takdire karşı gelme, ölünün özelliklerine dövünerek, ağlayarak ağıt söyleme hoş karşılanmamıştır (Uludağ, 1988: 471).

Ağıt söyleme geleneği Türklerde çok eski bir geçmişe dayanır. Eski Türklerin ölülerin ardından düzenledikleri yuğ törenlerinde bugünkü ağıtların ilk örnekleri sayılabilecek sagular söylenirdi. Ağıt Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir; ama özellikle Orta ve Güney Anadolu’nun belirli yörelerinde yaygındır. Bu yörelerde yaşayan Avşarlarla Türkmenlerin eski ağıt metinlerinin günümüze ulaşmasında önemli rolü olmuştur.

Ağıtları yalnızca metinden yola çıkarak incelemek eksik kalacaktır. Ağıtları söylendikleri çevre, söyleme yerleri ve işlevleriyle birlikte incelemek yerinde olacaktır. Ağıt söyleme geleneği kültürel değişim ve gelişime göre incelenmelidir. Sözlü kültürde yaşayan ağıtlar çağlar boyu değişerek günümüzdeki şeklini almıştır. Değişen, gelişen toplumla birlikte ağıtların da değiştiğini gözlemleyebiliriz. Ağıtlar, eski ayin karakterli dinî törenlerin birer kalıntısıdır. Ağıtların icrası cenaze, evlenme, askere yollama gibi geçiş dönemleri sırasında olmaktadır (Görkem, 2001:16). Çok eski çağlardan günümüze gelmiş olan ağıtlar, bir bakıma ölen için söylenen methiyedir. Ağıtlar halk şiirinin başlangıçtaki ilk şekilleri olarak kabul edilir. Eski inanç sistemlerinde ölenlerden medet umma yaygındır. Yakılan ağıtlarda ölen kişileri hatırlama, hatırlatma ve anısını yaşatmak kaygısı sezilir.

Ağıt söyleme geleneği toplumumuzda oldukça yaygındır. Hatta bu konuda uzmanlaşmış özel ağıt söyleyicileri vardır. Bu kişiler acıklı olaya konu olan kişiyi tanımasalar bile çevreden edindikleri bilgilere dayanarak, klâsikleşmiş ağıt tekniği ile olay hakkında duyguca yüklü ağıtlar söyleyebilirler.

Ağıtların içeriği ve ezgisi toplumun ortak yaratma gücüyle zenginleşir. Bazılarının hangi kişi ya da olay için ve kim tarafından söylendiği bilinse de ağıtın temelde sözlü bir gelenek olması ve ağızdan ağza geçerek yayılması nedeniyle bu bilgiler hiçbir zaman kesinlik kazanamamıştır. Bu yüzden ağıtların yarı anonim folklor ürünleri arasında sayılması gerekir (AB, 1987, C.1 : 188).

Tören sırasında ağıtı uzun süre tek kişi söyleyebileceği gibi törene katılanların nöbetleşerek söyledikleri de olur. Ağıtçı, ağıtta ölenden, onun türlü özelliklerinden, vücut ve huy yönünden övülecek yönlerinden, yaşamının çeşitli anılarından ve özellikle ölüm olayından, bu olayın üzerinde durulması vd. yönlerinden söz eder. Toplumun belleğinde en derin izleri bırakan en uzun ömürlü ağıtların doğmasında ölüm duygusu etken olmuştur (Boratav, 1982:455).

Eski inançlarda ölüm törenlerinin kökeni ölenin bu dünya ile öteki dünya arasındaki ilişkilerini düzenlemek, öte dünyaya geçişini kolaylaştırmak dileğine dayanır. Ölüm hayatın sonu değildir (Malinowski, 1990:39). Yas ve ağıt törenleri eski çağlardan günümüze, ölüye saygı göstermek, acıyı yansıtmak ve paylaşmak amacıyla varlığını sürdürmektedir.

Kişi ya da topluma acı veren her konu, ağıt konusu olmuştur. Ağıtlar incelendiğinde, ağıt söylemenin temel noktasını ölüm kavramının oluşturduğu görülmektedir. Türk kültürü içinde defin, yas ve ağıt söyleme geleneği birlikte var olmuştur. Defin, yas ve ağıt törenleri İslâmiyet öncesinde uygulanan şekil ve inanç biçiminin, İslâmiyet’le sentez oluşturarak varlığını koruduğu dini geleneklerdir (Uludağ, 1988:472).

Ağıt, ağıt törenleri, ölüm ve yas gelenekleriyle birlikte incelenmelidir. Ağıtlara yas adı da verilir. Gelin çıkarken, kına yakılırken, asker uğurlanırken ve ölünün arkasından söylenir. Ağıtlarda ölen kişinin fizikî özellikleri, elbiseleri, erkeklerin güzelliği, kahramanlıkları, sosyal statüleri -ağa, bey, eşkıya vb.- kadınların fizikî özellikleri, elbisesi vb. dile getirilir. Ölenin arkasından yas töreni yapmak, eski çağlardan itibaren bütün toplumlarda görülür. Ağıtın ölünün başında söylenmesi yaygın bir gelenektir. Sözler ayrıca ağıt söyleyicinin ruh durumunu yansıtır. Sözler lirizmle doludur. Söylenen ağıtlarda ölenin iyi özellikleri, yokluğunun bırakacağı izler dile getirilir. Ölü evini taziyeye gelenler de ağlarlar. Ölü ardından ağlamayan ölenin yakınlarınca kınanır. (Kaya, 1999:252). Ağıtçı kadın, üstü çarşafla örtülü ortada yatan ölünün bir çamaşırını eline alarak ağıt yakar.

Bağlantılı ve bağlantısız bentlere sahip bulunan ağıtlarda bent ve bağlantılardaki dize sayısı değişebilmektedir. Bu dörtlüklere bazı yörelerde ölü deşetleri ve sazlamağ gibi adlar verilir. Ağıtlar edebi yapı ve ezgileriyle bir bütünlük arz ederler. Ağıtların ezgileri ağıt söyleyenin hafızasının eskiden kalan bir tür “melodi” kalıplarıdır. Ağıt yakma deyimi yas töreni sırasında ağıt yakanın belleğinde yer etmiş bulunan yerel melodi kalıplarının söz döşemesi olarak tanımlanabilir (Şenel, 1988:973).

Türkülerin bir kısmı konu itibariyle ağıttır. Bu durum ağıtların zamanla türkü haline dönüştüğünü göstermektedir. Kıtaların arasında bazı âşıkların şiirlerinden, türkülerinden parçalar bulunan ağıt örnekleri de vardır.

Ağıt bir nazım biçimi değil, bir şiir türüdür. Koşma biçimiyle söylendiği gibi, türkü biçimiyle de söylenir (Kudret,1980:265). Evlenme törenlerinin belli bir yerinde geline kına yakarken yapılan birtakım işlemlerle söylenen türkülere -tümüyle- “gelin ağıtı”, “gelin yası” denir. Aslına bakılırsa bunlara vesile olan olaylarda ölüm acısı niteliğinde bir yön yoktur. Yalnız iki vesilede, ölüm ve evlenme hallerinde, ağıt bir tören ögesi olur (Boratav, 1982: 444).

Ağıtın Diğer Türlerle İlişkisi

Ağıtlar belli bir ezgiyle söylenir. Ölüm, acı vb. konularda söylenen türkülerle benzeşirler. Ancak ezgileriyle ayrılırlar. Ağıtlar hece vezniyle söylenmekte ve mâni, koşma, türkü, destan şekillerinde olmaktadır. Ağıtlar çeşitli yörelere göre 7, 8, 11 li hece ölçüsüyle söylenirler. Bazı yörelerde ağıt, ezgiyle mani kıtalarının art arda gelmesiyle söylenir. Bazı olaylar üzerine yakılan ağıtlar önce türkü haline gelir, ninni ezgisiyle ninni şeklinde de söylenir. Bir olayı konu eden destanlarla bir olay üzerine söylenmiş ağıtlar benzerlik gösterirler. Destanlar âşıklar tarafından söylenir. Bazı ağıtların konuları efsanelere dayanır. Bazı masalların içinde ağıtlara rastlanır. Bazı ağıtlar da fıkralara konu olabilecek olayları işlerler.

Kına gecelerinde ve düğünlerde de gelin ağlatmak için ağıtlar yakılmaktadır. “Kız ağıtı, gelin ağıtı, ağıt havası, gelin ağlatma havası, gelin savusu, savu sağnık, gelin türküsü, gelin yası ve okşama” adı verilen ağıtlardır. Ölüm acısı yerine ayrılık üzüntüsü vardır. Gelin ağıtları gelinin ağzından ya da yakıcıların ağzından söylenir (Şenel, 1988:473).

Ağıtların Özellikleri

Genellikle kadınlar tarafından söylenen ağıtlarda, ölen kişilerin yaptığı işler, iyi yönleri, güzel tarafları anlatılır. Ağıtta hiçbir zaman ölen kişiyi küçük düşürecek veya onu yerecek sözler kullanılmamıştır. Bazı ağıtlarda ise, kişi ölmemiş gibi düşünülerek yaptığı işlerden, giyinişinden, atından vd. bahsedilir (Şimşek,1993:1). Bir ağıtın söylenebilmesi için aşağıdaki şartların bir arada ve bir bütün olarak bulunması gerekir (Öztürk,1986: 373).

1-Ölümün trajik bir olay içerisinde meydana gelmesi

2-Ölen kişinin (kadın veya erkek) mutlaka bazı özelliklere sahip olması

a-Çevrenin ve akranlarının sevgi ve takdirini kazanması

b-Seçkin bir kişiliğe sahip olması

Ağıtların Biçimi

Ağıtların biçimi sorununun iki yönü vardır:

A-Nazım Düzeni

B-Konuşma Biçimi

A-Nazım Düzeni : Türk ağıtları nazım düzeni açısından çeşitli özellikler gösterirler. Bu özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1-Nazım    Düzeninde Kararlılık Olmayan Ağıtlar:

Bunlar hiçbir şekilde nazım ölçüsü ve uyak kuralına bağlı kalmayan metinlerdir. Ağıtçının dile getirdiği ağıtta, “ahenkli nesir” ya da “düz nesir” şeklinde söylenmiş cümlelerle ünlemler, acıyı belirten “ah”, “of”, “aman”, “uy” gibi sesler ölüye ya da ölünün orada bulunan ve bulunmayan yakınlarına seslenmeler ile ölçüleri birbirini tutmaz dizeler birbirine karışmıştır. Bazen düzenli bentlerle, bilinen türkülerden ve sahibi belli şiirlerden gelme tek dizeler veya kırık dökük nazım parçaları yan yanadır.

Nazım düzeninde kararlılık olmayan ağıt biçimleri, bugün Anadolu’da en çok kullanılan biçimlerdir; çünkü herkesin elinin erişebileceği niteliktedir. En eski biçim olduğu da düşünülebilir; ancak derlenmiş ve yayımlanmış Türk ağıt metinleri içinde en az rastlanan bu biçimdeki ağıtlardır. Çünkü, bugüne kadar yapılan ağıt derlemelerinde estetik ve anlatım bakımından en kusursuz metinler derlenmiştir. Düzensiz, kırık dökük metinler ancak ağıt törenlerinde derlenebilir.

Çukurova yöresinde acıyla ağıt ezgisiyle söylenen duygular ilk bakışta ağıt izlenimi vermektedir. Fakat metin incelendiğinde düzensiz acılı konuşmalar olduğu görülür. Ancak halk bu tür ölü ardından yakınmalara “dızdızlama” adını vererek ağıtlardan ayırır.

2-Düzenli    Nazımla Söylenmiş Ağıtlar:

a-Uyak şeması aaba, ccdc… olan sekiz heceli dörder dizelik bentlerden oluşan ağıtlardır. Bazen bu tipten bentlerle aynı ölçü ancak farklı uyak düzeninde “abcb defe” tipindeki bentler aynı ağıtta bulunabilir. Bu biçim, ölüm törenlerinde söylenen ağıtların biçimidir. Bu biçimdeki ağıtlar asılları Türkmen ve Yörük olan Toroslarda, Çukurova’da ve Kayseri’nin Pınarbaşı bölgesinde yerleşmiş köylerin ağıtlarında aksamadan, titizlikle kullanılır. Bu nazım biçimiyle söylenmiş en ünlü ağıtlar çoğunlukla “Avşar Ağıtları” diye adlandırılır.

b-Sekiz heceli ve uyak düzeni “aaab, cccb….” olan bazı ağıt metinleri derlenmiş ve yayımlanmıştır. Ancak bunlar, törenlere bağlı ağıtların acıklı bir konuyu işleyen “anlatıcı türkü”ye dönüşümü sonucu oluşan bir alt tiptir. Anlatılan nazım şeklindeki ağıt metinlerinde bu dönüşümün ilk aşaması izlenebilir. Gerçekten de bazı metinlerde “aaba, ccdc…” düzenli normal biçimde kurulan bentlerle, aykırı uyak düzeninde ( aaab, cccb.) olan bentler bir arada bulunur. İçeriğe bir zarar gelmeden aynı bir bent (aaba) her iki şekilde (aaba) söylenir.

c-On bir heceli, beşinci dizede abcb (aaab) öteki dizelerde dddb. şeklindeki bir kafiye şemasına sahip parçalar da ağıt metni olarak derlenmiş ve yayımlanmıştır. Ancak bunlar ağıtlarla ortak konuları olan türkülerdir.

d-Azerbaycan’da yayımlanmış metinlerden anlaşıldığına göre aaba, ccbc.. uyak düzeninde ve yedi heceli bentlerden oluşmuş tam mani şeklinde ağıtlar söylenmektedir. Kars Erzincan yörelerinde araştırıcılar aynı nazım biçiminde ağıtlar derlemişlerdir.

Osmaniye Ağıt Yakma Geleneği

Osmaniye’de ağıt ölü evinde söylenir. Buna “ağıt yakmak” denir. Genel olarak ağıtı kadınlar yakar. Çok eskiden beri süregelen bir gelenekle ağlama, ölü evinde bir tören niteliğine dönüşür. Ölü evinde akraba olsun olmasın tüm kadınlar ölünün başında bir halka oluşturur. Ağıtı ölünün yakınlarından biri anası, bacısı, teyzesi, halası başlatır. Ağıt yakma işinin sıra ile yapıldığı da görülmektedir . Bu geleneğin kadınlar arasında yaygın olduğu, ağıt söyleyerek üç günden kırk güne kadar yas tutulduğu bilinmektedir. Hele ağıtçı denen ve çoğu kez kadın olan kişilerin varlığı ağıt yakmanın gelenekselleşmiş olduğunun kanıtıdır.

Osmaniye’de ağıtçı, cenaze evine girerken yüksek sesle ağlamasıyla dinleyici ortamını hazırlar. Ölü evi, ağıtçıyı “Gördün mü başımıza ne geldi?” diyerek ağlayıp dövünerek karşılar. Ağıtçı kendine gösterilen yere oturarak kafiyesiz olarak söylediği, acı bildiren cümlelerle ağlamaya başlar. Ölü defnedilmemiş yerde yatıyorsa, elindeki mendili ölünün üzerinde sallayarak ağıtını söyler. Mendil yerine ölenin gömleğini, şapkasını, kadınsa eşarbını kullanır. Ölü evi ölenin eşyalarını tek tek feryatlarla ağıtçının önüne atar. Ağıtçı, “soyka” adı verilen ölü eşyalarını sallayarak ağıt söyler. Ağıtçı, ağıtlarını “Haydi derdinizi yel alsın” diyerek bitirir (Çağımlar, 1999 : 94).

Ağıtçı, ölünün uzak yakın geçmişini, çoğu kez geçmişini bugüne getirerek, ölüyü de konuşmalarına katarak anlatır. Törene katılanların da koro halinde sözlere, seslenişlere, ağlamalara katılmalarıyla ağıt aynı zamanda bir anlatı ve dramlaştırmalı bir gösteri niteliği kazanır.

Her toplumun ölüm ve ölüm sonrasında uyguladığı tören ve pratikleri vardır. Bu uygulamaların şekillenmesinde toplumun uygarlık düzeyi, gelenekleri ve dinî inançları belirleyici öge olmuştur. Ölüm ve sonrasında uygulanan pratikler ölüme karşı saygıyı, yaşanan üzüntüyü, ölüme karşı duyulan korkuyu yansıtmaktadır.

Ağıtların Söyleyicileri

Ağıtların söyleyicileri farklılık gösterir. Bazı ağıtları ölen kişinin akrabaları, eşi, çocukları, annesi, babası vd. bazılarını da ağıt söylemeyi meslek edinmiş kişiler, para karşılığında söylerler.

Yine bazı ağıtların da ölen kişinin ağzından söylendiği görülmektedir. Buna göre ağıt söyleyen kişiler şu şekilde sınıflandırılabilir:

1-Ölen kişinin yakınlarınca söylenen ağıtlar

2-Özel ağıtçılar (sığıtçılar) tarafından para karşılığı söylenen ağıtlar

3-Ölen kişinin ağzından söylenen ağıtlar

4-Çevrede yaşayan âşıklarca yakılan ağıtlar

5-Söyleyeni bilinmeyen (anonim) ağıtlar

Ağıtçılar, ağıtın metnini belleklerindeki eski temeller üzerine kurarlar. Ayrıca kendi yetenekleriyle içinde bulundukları zaman, mekân ve olayın yarattığı etkiden yararlanarak söyledikleri ağıtın şekil ve konu bakımından zenginleşmesini sağlarlar. Ağıtlar çoğu zaman uzun manzumeler halinde söylenirler. Serbest tarzda konuşur gibi söylenen ağıtlarda, cümlelerin kelimeleri arasında seci yapılarak bir iç kafiye oluşturulur.

Ağıtların Söylendiği Ortamlar

1-    Ölü evinde söylenen ağıtlar

2-    Mezarlıkta söylenen ağıtlar

3-    Uğurlama sırasında yakılan ağıtlar

a)    Kına ağıtları

b)    Asker ağıtları

c)    Öğrenime ve çalışmaya giderken yakılan ağıtlar

d)    Hastanede yakılan ağıtlar

4-    Ölüm, kaza yerinde yakılan ağıtlar (Çağımlar,1999:68).

Ağıtlarda Söyleyiş Biçimi

İlk göze çarpan nitelik söyleyişte kesinliğin anlatıda kararlılığın ve mantık düzeninin olmamasıdır. Ağıt metninin en kusursuz örneklerinde dahi, anlatılan olayla ilgili bir bilgi edinilmelidir. Bilgi edinebilmek için, ağıtı söyleyen kişinin ağıtın hikayesini anlatması gerekir. Ancak bu şekilde ağıtta geçen olayları bir zaman ve yere oturtmak mümkündür.

Bentler, bir kişili, iki kişili veya çok kişili bir konuşmanın bölümleridir. Ağıt metnini tek bir ağıtçının söylediği durumlarda bile sözler, sırasıyla özelliğine göre, kendisi orada bulunamayan erkek, kadın ve kadınların ağzından söylenir. Her konuşturulan kişiye bir veya daha fazla bent ayrılmıştır. Ağıt söyleyen kişi, temsil ettiği kişileri o bentlerde konuşturur. Söyleyiş, geçmişi bugüne getirerek onu anlatmada özel bir yöntem kullanabilir ve o zaman ağıtçı anlatımı etkili kılmak amacıyla ölünün ağzından konuşur.

Ağıtın söyleyiş şekli de zaman dışı bir anlatımdır. Çünkü ağıtta, geçmiş ve bugün birbirinin içine girmiştir. Bu durum, yaşayanların ölüyü tüm tören boyunca kendi aralarında gibi düşünmelerinin bir sonucudur. Ölen kişi, toplumdan tamamen kopup ayrılmamış sayılır.

Ağıtların İşlevi

Ağıtı yakıldığı ve söylendiği tören içinde tespit etmek ve ağıt türünü o törenlerdeki yerine yerleştirmek gerekir. Ağıtların sosyal işlevleri vardır. Ağıtların incelenmesi sonucu birçok halk edebiyatı türünün doğuşu daha kolay açıklanmaktadır. Ağıtların yakılışı trajik bir olaya dayalıdır. Geleneklerle ağıtların ne denli sıkı bağları olduğunu anlıyoruz.

Ağıt, toplumun manevî değerlerindendir. Toplum içinde oluşan sosyo-ekonomik yapı ve bunun sonucunda geleneklerin değişme ve gelişme etkileri ağıtlara da yansır. Ağıtın amacı acıyı dile getirmektir. Ayrıca ağıtlarda ekonomik yapılardan kılık – kıyafete, yaşama biçimine kadar kesitler sunulmaktadır. Ağıtların geleneğin taşıyıcısı olmalarının yanı sıra ağıtın, söylendiği dönemin özelliklerini de yansıttığı söylenebilir (Çağımlar, 1999:34). Bunun yanında çok az da olsa, birçok kişinin karşılıklı atışma şeklinde söylediği ağıtlar da vardır.

Osmaniye Ağıtları; 1.Anonim ağıtlar 2.Ağıt yakıcılarının ağıtları 3. Âşıkların yaktığı ağıtlar olmak üzere üç öbekte toplanabilir.

Yakıldıkları Konulara Göre Ağıtlar

1-Kişiler İçin Yakılan Ağıtlar

Bu ağıtlar, ölüm, hastalık, ayrılık, kayıp kişiler, çekilen acılar için yakılan ağıtlardır.

2-    Sosyal Olaylar Üzerine Yakılan Ağıtlar

Askerlik, evlenme izni vermeme, boşanma, toplumu ilgilendiren her tür olayla ilgili yakılan ağıtlardır.

3-    Gelin Ağıtları

Kına ağıtları, baş övme, duvak ağıtları, gelin alma ağıtlarıdır.

Kına Ağıtı

Avşar düğünlerinde kına gecesinde, geline kına yakarken söylenen ağıt. Bu işin usta kadınları özel olarak bu iş için görevlendirilmiştir. Kına gecesi söylenen ağıt, gelinin ağzından söylenir.

4-    Asker Uğurlama-Karşılama Ağıtları

Askere gönderme belli törenlerde yapılır. Gidip gelememe duygusu, gurur ve ayrılık duyguları iç içedir.

5-    Hayvanlar İçin Yakılan Ağıtlar

Çeşitli durumlarda hayvan sevgisi, hayvanların öldürülmesi, bir salgın hastalık üzerine hayvanların topluca ölmeleri çeşitli ağıtlara konu olmuştur.

6-    Tabiata Yakılan Ağıtlar

Suların kuruması, terk edilen topraklar, dağlar, ormanlar ağıtlara konu olmuştur.

7-    Doğal Afetler İçin Yakılan Ağıtlar

Zelzele, sel, yangın, salgın hastalık, kuraklık ağıtlara konu olmuştur. Dolaylı olarak insanların çektiği acılar, yokluklar konu edilir.

8-    Âşıkların Yaktığı Ağıtlar: Âşıklar çeşitli konularda ağıt yakmışlardır.


OSMANİYE AĞITLARDAN ÖRNEKLER

Kına Türküsü

Aşağıdan gürül gürül göç gelir
Gelir amma gürültüsü geç gelir
Kız anadan ayrılması güç gelir

Al gelin almaya, geldik almaya
Alıp da dönmeye, geldik dönmeye

Aşağıdan gelir gelin alıcı
Önüne tutarlar yalın kılıcı
Biz de biliyoruk eller alıcı

Al gelin almaya, geldik almaya
Alıp da dönmeye, geldik dönmeye

Sabah seni indirirler yollara
Al kına yakarlar beyaz ellere
Sakın kızım sakın, düşme dillere

Al gelin almaya, geldik almaya
Alıp da dönmeye, geldik dönmeye

(Ali Temiz, 45, ilkokul mezunu, Kadirli, sağlık memuru)

Kına Ağıdı

Bu kıza gerek bir ana
Ağlayalım yana yana

Canım ana gözüm ana
Salma beni gurbet ele
Gurbet ele gurbet ele
Dayanılmaz kötü dile

Bu kıza gerek bir baba
Ağlayalım yana yana

Canım baba gözüm baba
Aha bindim gidiyorum
Gidiyorum gidiyorum
Komşulara ne diyorum

Bu kıza gerek bir emmi
Ağlayalım yana yana

Canım emmi gözüm emmi
Salma beni gurbet ele
Gurbet ele gurbet ele
Dayanılmaz kötü dile

Bu kıza gerek bir dezze
Ağlayalım geze geze

Canım dezze gözüm dezze
Aha bindim gidiyorum
Gidiyorum gidiyorum
Komşulara ne diyorum

Bu kıza gerek bir bacı
Ağlayalım acı acı

Canım bacı gözüm bacı
Salma beni gurbet ele
Gurbet ele gurbet ele
Dayanılmaz kötü dile

Kapımızın önü dutlar
Üşüyor bütün itler
Silip süpürdüğüm yurtlar
Aha bindim gidiyorum

Gidiyorum gidiyorum
Komşulara ne diyorum

Atladım gittim eşiği
Sofrada buldum kaşığı
Koca evin yakışığı
İşte bindim gidiyorum

Gidiyorum gidiyorum
Komşulara ne diyorum

(Derlemeci: Gülden Leba, Derleme, Bahçe, Mayıs 1995,Kaynak Kişi: Hacı Mehmet Ballı, 96)

Kına Ağıtı

Kalk gelin yukarı deşir şeşini
Emmi dayı bitirsinler işini
Çok ağlama sil gözünün yaşını
Al gelin almaya geldik almaya

Gelinin kınası çamurdan mıydı
Gözünün sürmesi kömürden miydi
Ananın yüreği demirden miydi
Al gelin almaya geldik almaya

Gelinin izarın almış kurdan
Bunu böyle emr eylemiş yaradan
Sabah seni göçürürler buradan
Al gelin almaya geldik almaya

Beline bağlamış yelpe kuşağı
Ardına düşürmüş mektep uşağı
Oturduğun kızım huri döşeği
Al gelin almaya geldik almaya

Tepecik tepecik görünen taşlar
Babanın damının taşı değil mi
Simirce simirce yağan yağmurlar
Babanın gözünün yaşı değil mi

(Derlemeci: Gülden Leba, Kadirli,Şubat 1995, Kaynak Kişi: Hanifi Can, öğretmen) Kına Ağıdı

Samenim geldi duruyor
Heral kına yakacaklar
Yeni ümidim kesildi
Heral beni vericiler

Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin öz anası

Evimizin önü kavak
Kavaktan dökülür yaprak
Sanki ben de gelin mi oldum
Elim kına yüzüm duvak

Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin öz anası

Ana kızından ayrılmaz
Gider gurbet ele gelmez
Vermen beni yabancıya
El oğlu kıymet bilmez

Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin öz anası

Şu görünen ekin sandım
Ekin değil burçak imiş
Kız anadan ayrılması
Yalan değil gerçek imiş

Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin öz anası

Evimizde vardı sobam
Toplanmış hep elim obam
Ver de elini öpeyim
Beni gelin veren babam

Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin öz anası

Çattılar ocak taşını
Kurdular düğün aşını
Kız kınayı yaktırmıyor
Çağır gelsin kardeşi

(Derlemeci: Gülden Leba, Kadirli, Anberinarkı köyü, Şubat 1995, kaynak kişi: Muhammer Güneş, 44, ev hanımı)

Ağıt

Kadirli köprüsü geçek
Gazinoda açmış çiçek
Kâmil Kara’yı kesmişler
İkinci ekimi seçek

Hazırmış Mustafa Kara
Bu işlere verdik ara
Bütçede kalmadı para
Batırıyor ortalığı buda

Hısım diye seni seçtik
Keşke seçeydik yaban
Koca araba kırılmış
Sanki Kadirli’de çoban

(Derlemeci: Gülden Leba, Kadirli, Anberinarkı köyü, Şubat 1995, kaynak kişi: Muhammer Güneş, 44, ev hanımı)

Ağıt

Yanında açan mor çiçek
Temmuz gelişin soldu mu
Şu bebekten soracağım
Anan göçerken geldi mi

Gözüm akıyor selinen
Günüm geçmiyor elinen
Sana haber vereceğim
Şener de geldi gülünen

(Derlemeci: Gülden Leba, Kadirli, Anberinarkı köyü, Şubat 1995, kaynak Kişi: Muhammer Güneş, 44, ev hanımı

Ağıt

Bekir kardaş asker olmuş
Gider deniz adasından
Uşağı Hicaz’a düşür
Otur kalem odasından

Bekir kardaş asker olmuş
Beyti şerif beyti türbe
Uşağı Hicaz’a düşür
Hangi yana düşsen kıble

(Derlemeci: Gülden Leba, Kadirli, Anberinarkı köyü, Şubat 1995, kaynak Kişi: Muhammer Güneş, 44, ev hanımı

Ağıt

Hikâyesi: Doğum sırasında ameliyat masasında bebeği ile birlikte ölen Merik gelin için şu ağıt söylenmiştir:

Bazarcın pambuğuna
Yağmur yağdı yağrağına
Gurban olam Merik gelin
Mezarının toprağına

Dertlerine bakılaydı
Bana hançer sokulaydı
Keşke Merik ölmeseydi
Evim barkım yıkılaydı

Şu Merik’in bacısına
Dayanılmaz acısına
Dediler Merik öldü
Sabır onun kocasına

Ne ağladı ne de güldü
Vurunca bağrımı deldi
Maraş’tan bir haber geldi
Dediler Merik öldü

(Derlemeci: Tuğba Çatalbaş, Osmaniye, Hemite, 20.04.1995, kaynak Kişi: Mehmet Ateş, 76, okuma-yazma bilmiyor).

Ağıt

Hikâyesi: Osmaniyeli Şaban Çavuş ılıcadan dönerken düşmanları tarafından öldürülüyor. Ölümünün ardından şu ağıt yakılıyor:

Ilıcanın yollarına
Vurma dakma kollarına
Ilıcada ölen Şaban
Doyamadım dillerine

Konağın altı ekin
Yekin Şaban çavuş yekin
Ağlamaya sıkılıyorum
Düşmanların evi yakın

Değirmenin üğünüyor
Bibilerin dövünüyor
Dövünmeyin bibilerim
Düşmanların sevmiyor

Ilıcadan gelemedin
Düşmanını bilemedin
Beş kurşunu birden yedin
Yiğit idi Şaban ağam

(Derlemeci: Tuğba Çatalbaş, Osmaniye, Hemite, 20.04.1995, kaynak Kişi: Fatma Gürbüz, 77, okuma-yazma bilmiyor).

Ağıt

Kardeşimin adı
Durdu Şelanı ağır vurdu
Gurban olam hatın anam
Bir bebek orada kaldı

Arkamda dağım yıkıldı
Kürekten kolum söküldü
Zorumuş kardeş acısı
Kakamam bölüm büküldü

Üznünü bitirmemiş
Gölgesine oturmamış
Gurban olam kele gelin
Bir oğlancık yetirmemiş

Karlı dağlar, karsız dağlar
Herkeş ölüsüne ağlar
Senin ocağın batmadı
Benim gelin kara bağlar

Gadanı alayım teyze
Ben ağlarım geze geze
Geri durun ben vereyim
Benim yaram daha taze

Pırtıyı pırtıya katak
Götürek pazarda satak
Sen anası ben gelini
Gidek de mezara yatak

Kara tren tez gelir
Soluk soluğa yetirir
Kap Hasan’ın oğlu Osman
Acep haber mi getirir

Gadanı alayım
Döndü Öd düştü, ciğerim yandı
Kullar başına vermesin
Bavulda pırtısı geldi

(Derlemeci: Tuğba Çatalbaş, Osmaniye, Hemite, 20.04.1995, Kaynak Kişi: Elif Gürbüz, 82, okuma-yazma bilmiyor).

Benli Ömer Ağıdı

Ömer’im eller iyisi
Veziri gölge koyusu
Rum’dan Şam’a ünü gitti
Hani emmisi dayısı

Evimizin önü arpa
Kuzu gelir kırpa kırpa
Ne yatıyon Benli Ömer’im
Gelin taze, bebek körpe

Evimizin önü kuyu
Kuyudan alırdık suyu
Kınaman beni komşular
Melek Ömer’imin huyu

Fırak deli gönlüm fırak
Belen köyün yeri ırak
Anan karı baban koca
Şimden beri Ömer gerek

Evimiz var uçtan uca
Sabah olmaz uzun gece
Belen köye gider miyim
Benli Ömer’im olmayınca

Ben Ömer’imin anasıyım
Odlar düşüp yanasıyım
Kınaman beni obalar
Ben Ömer’in anasıyım

(Kaynak Kişi: Cemile Güldür, Kadirli, Osmaniye, İlkokul mezunu, ev hanımı)

Ağıt

Hikâyesi: Andırın yöresinde bir düğün halayında silah sıkılır ve damat ölür. Gelin ve kaynanası karşılıklı olarak şu ağıtı söylerler:

Halbur derler yüksek yayla
Ben daha görmedim böyle
Halını sormaya geldim
Eşim yaraların heyle

Ayşe Teyze, Ayşe Teyze
Süpürmedim evinizi
Niye bana darılıyon
Ben mi öldürdüm oğlunuzu

Akan sular duruluyor
Gelin geri veriliyor
Düğününe gelen sağmen
Cenazende bulunuyor

Az giderim uz giderim
Kervan yolun düz giderim
Ben evimden gelin geldim
Geri döner kız giderim

(Derlemeci: Ercan Taştan, Kadirli, 23.02.1995, kaynak kişi: Lütfiye Güvel, 63, okuma-yazma bilmiyor)

Ağıt

Hikâyesi: Osmaniye’de Recep adlı bir genç trafik kazasında ölür. Ardından annesi Emine şu ağıtı yakar:

Gökyüzünde turna katar
Kolunu boynumdan atar
Kurban olurum Recebim
İş mi olur bundan beter

Şaşık Recebim şaşık
Tekerin önüne düşük
Kurban olayım oğluma
Şöhretli araba koşuk

İleri dur kele Sultan
Oturalım dize dize
Osman düğününü kurmuş
Okuntu saldı bize

Kapımızda dut dikili
Dibinde reyhan ekili
Kurban olayım oğluma
İrecep evimin vekili

Su içinde salkım söğüt
Verseler de almam öğüt
Şöyle döndüm baktım idi
Kan içinde babayiğit

Ağıt

Hikâyesi: 16 yaşında kanserden ölen Gülseren Dal için Cafer Karataş tarafından şu ağıt yakılmıştır:

Doktorlar derdime kanser dediler
Annem babam öleceğimi bildiler
Beni alıp eve geldiler
Zalim felek genç yaşımda kıydı bana

Daha girmiştim on altı yaşıma
Felek pençesini taktı peşime
Zalim kanser genç yaşta vurdu başıma
Kıyma felek, kıyma şu genç yaşıma

Annem Sultan, babam Ali’dir
İkisi de mecnun gibi delidir
Elbet şu dünyanın temeli fanidir
Kıyma felek, kıyma şu genç yaşıma

Şu yalan dünyada murat almadım
Sanki ben de al duvaklı gelin mi oldum
Daha genç yaşımda şanımı aldın
Kıyma felek, kıyma şu genç yaşıma

Gülseren derler benim adıma
Yalan dünya ben de doymadım tadına
Daha eremeden muradıma
Kıyma felek, kıyma şu genç yaşıma

Âşık Cafer bunu böyle söyledi
Oturup başına kendisi de ağladı
Yalan dünya seni böyle eyledi
Kıyma felek, kıyma şu genç yaşıma

(Derlemeci: Güllü Dal, Kadirli, 08.02.1995, kaynak kişi: Cafer Karataş, 55, ortaokul mezunu)

Hamdi Bey’in Ağıdı

Canan akar belik belik
Ben ağlarım soluk soluk
Ne mutlu eşe canına
Hamdi ba canına gömük

Şura atının bine
Şuna gazının döne
Gele görsen sürmeleşim
Issız galmış ağ gana

Gadanı alam Hamdi
Duyan eller sana yandı
Ağ ganan gapısına
Bir topluca atlı endi

Gızlar sizi kör ederim
Silin begen çizmesini
Gız öyle gelin mi olur
Donadalım öznesini

Gadanı alam Senem
Var mı benim gibi yanan
Ne ağlıyon Şerif gızım
Dünen yandıydı gınan

Yol üstünde gara çalı
Ir ır eder dalı
Hamdi bem küsmüş gider
Emmileri döndersin geri

Havludan atı boşanmış
Geldim döşe döşenmiş
Gadan alam Ahmet emmi
Gayret guşanı guşanmış

İncecik cuvara sarar
Gaveyinen içe içe
Atını galdırır hara
Yaklaşıverirdi göce

Harman yeri yarılıyor
Nad davulu çalınıyor
Okuntu saldın beler
Cenazene diriliyor

(Kaynak kişi: Nurtane Tıraş, Kadirli, Osmaniye, 1995)

Selver’in Ağıdı

Selver’in çektiği deve
Kâh yürür de kâh bozulur
Gara yazın gözeli
Kulakta parlar gaziler

Allı kefiye başında
Gurşun yarası döşünde
Öldürmüş de suya atmış
Araplı’nın üst başında

Nazik ağ Selver’im nazik
Mevla’n da gurursuz yazık
Yakışırdı ağ gollara
Has mercan, gümüş bilezik

Selver’imin er gakışı
Bulanıklı elinin bakışı
Kırmızı edik giydirmedim
Gara gundura yakışır

Çıktım gonurun dağına
Seyr eyledim bağına
Beş sene ardına düştü
Vermedim cerit beğine

Elyalı dört bükülü
Darak cöbünde sokulu
Kınaman obalar beni
Selver yitirik akılı

(Kaynak kişi: Nurtane Tıraş, Kadirli, Osmaniye,1995)

Kıçıkırığın Ağıtı

Hikâyesi: Kıçıkırık Ali Toroslarda dolaşan eşkıya çete başlarındandır. Nişanlı iken askere gider. Ali’ye düşman olan bu kızın dayısı, onu başkasıyla evlendirmek ister. Kız kabul etmeyince dayısı tarafından öldürülür. Bu olayı duyan Ali askerden kaçar, kızın dayısını vurur ve nişanlısının mezarı başında şu ağıtı yakar:

Askerlikten ben de kaçtım
Kanat bağladım da uçtum
Nazlı Döndü’mün yüzünden
Tatlı canlarımdan geçtim

Değirmen tersine dönse
Her dileğim kabul olsa
Beş on kişi daha vururum
Nazlı Döndü’m geri gelse

Derelerde biter kamış
Kâkülüne kan bulaşmış
Kadanı alayım anam
Ölüyorum yetiş demiş

Mezarına bir dut diktim
Kul olayım dallarına
Döne döne can veriyor
Bak Döndü’mün hallerine

Evlerine ben de vardım
İncik incik haber saldım
Ayan olsun nazlı
Döndüm Dayını yanına saldım

Askerin Ağıdı

Altın yüzük parmağında
Sayet pantol ayağında
İbiş’i süvari yazmışlar
Şu Antep’in örneğinde

Yücesinde yanar ışık
Sofrasında gümüş kaşık
Ya ne derdin kadir Mevla’m
Kızım sallamadı beşik

Kapımızda çifte dutlar
Yaprak mı ola, pürçek mi ola
İbişin ölük diyorlar
Yalan mı ola, gerçek mi ola

Yaz geldi, çiçek açıldı
Sadi olanlar seçildi
Kullar başına vermesin
Pırtı bavuldan saçıldı

Gadanı alam kızım
Hem ıklığım hemi sazım
Karılar içinde oturur
Gelin başlı gelin kızım

Evimiz cana (ırmak) yakın
Dalga vursa alır mı ola
Emmioğlu İbişim
Mektup yazsam gelir mi ola

Belinde de altı patlar
Süvarinin atı hoplar
Ayan olsun İzzet oğlum
Çifte gelin zülüf toplar

İlahi İstanbul bata
Gelibolu daha öte
Sabah İzzet İbiş gelir
Sıcakla tüte tüte

Yol üstünde bir top çiçek
Ben belini bağlamaz mıyım
İzzet’in öleceğini bilsem
Ben İbiş’e ağlamazdım

Evimiz suya yakın
Dalga vurur sekin sekin
İbiş Antep’ten geliyor
Meclis ayağa kalkın

Kapımızda asma, üzüm
Salkımları düzüm düzüm
Gadan alayım emminoğlu
Gucağında yok bir kuzum

Havluyu konak tutturmuş
Merdiveni düzletiyor
Bedir kızım gurban demiş
Deli Ali’yi nazlatıyor

Yattığın yerlerde yatmam
Yorganı üzerime örtmem
Gadanı alayım emmioğlu
Babamın evine gitmem

(Derlemeci: Tuğba Çatalbaş, Kadirli, 08.02.1995, kaynak kişi: Mehmet Ateş, 76, okuma yazma bilmiyor) Ağıt

Hikâyesi: Ağıtın kendisi için yakıldığı Mehmet Cin’in de aralarında bulunduğu beş kişilik bir grup aralarında kavga ederler. Olaydan kısa bir süre sonra gruptaki diğer dört kişi Mehmet Cin’i öldürürler. Nişanlısı Hatice şu ağıtı yakar:

Sabahleyinden yüzüne
Vurdum elimi dizime
İlahi kurban olim
Memmedin el gözüne

Tam bu sırada bu ailenin akrabalarından biri de ölür. Bunun üzerine şu ağıt yakılır:

Ağ bezden de ketenimiz
Hiç kalkmıyor yatanımız
Kuru yere mekân tutmuş
Çitil gibi yetenimiz

Mehmet’in nişanlısı kayınına yönelerek:

Sabahleyin er kalktım
Kekliğine yem döktüm
Kusursuz hizmet ettim
Kayın da gelmez yanıma

Mehmet’in annesi:

Anayın da yoktur özü
Yürümeye tutmaz dizi
Ayan olsun Mehmet oğlum
Kör oldu babanın gözü

(Kaynak Kişi: Sultan İyibiçer, Köprübaşı, Osmaniye, 65, ev hanımı, ilkokul)

Ağıt

Hikâyesi: Osmaniye’nin Zorkun yaylasında genç bir kız kendini dut ağacına asar. Bunun üzerine şu ağıt yakılır:

Sen de nereden geldin
İpi çarşıdan mı aldın
Datlı cana nasıl kıydın
Mevla kerim demedin mi

Sabanan er mi kalktın
Dut ağacına ip mi dakdın
Datlı cana nasıl gıydın
Mevla kerim demedin mi

Erisin dağların garı
Dudun dalı gurusun
Anan nerede o da gelsin
Mevla kerim demedin mi

(Kaynak Kişi: Sultan İyibiçer, Osmaniye, 65, ev hanımı, ilkokul

Prof. Dr. Erman ARTUN
Çukurova Ün. Fen-Ed. Fak. Türk Dili ve Ed. Böl. Öğr.Üyesi. ADANA

Ayastefanos Ufuklarında…

-Bir Hatıraya-

-Genç adam… Ne için gamlısın sen yine?
Elemli gölgeler sinmiş hep çehrene…
Bir uzak hayali yaşıyor gibisin,
Hasta bir hicranla titriyor bak sesin.

Ne için, ya ruhun ağlıyor derinden…
Yıldızlı geceler mi dolar oraya,
Yoksa nazlı ayın gümüşlü kalbinden,
Sihirli nağmeler… mi akar ruhuna.

Bu kalbin melâli nedir söyle gel!
Ölmesin, ruhunda süslenen o emel
Samimi kalplere söylenen kederler,
Bulutlara eştir: sönerler, giderler.

Anladım!… Söyleme: Ne gece, ne yıldız,
Yaşıyor orada şafaklı bir genç kız.

-Çok güzel buldunuz… Lazım mı gizlemek,
Ruhumun kanayan acılarını,
Geliniz, kâbilse onları dinlemek…
O bîkes o acı hıçkırıklarını.

Tatlı bir serinlik, bir nesîm-i seher,
Bir sabah rüzgârı esiyor ruhuma,
Doğuyor orada karanlık bir keder,
Sönmüş bir hatıra, hicranlı lerzeler:

Eflâtun renkli bir semanın altında
Bir akşam gurubda, benimle gezmişti.
“Bir çiçek ne kadar yaşıyor?” sordum ben,
Titreyen bir sesle: “Gâyet az” demişti.

Sıkarken son defa o penbe elini,
Ruhumun kopardı hasta bir telini.

Peyami Safa
(Servet-i Fünûn, Nu.:1392, 9 Mayıs 1918, s.223)

Çünkü anılar, insanları birbirine bağlar

Sonra ondan söz ettik. Ne de olsa bu çok değişik kişiyi tanımış olan en son iki insandık. O bana, genç üniversiteliye, küçücük varlığına karşın düşünsel yaşamın insanı nasıl sarıp sarmalayacağını öğrenmişti. Tuvaletleri temizleyen, yaşamı boyunca tek kitap okumamış, bambaşka bir dünyada yaşayan zavallı kadın da ona, yirmi beş yıl boyunca paltosunu fırçalayıp toz aldığı, kopuk düğmelerini diktiği için bağlanmıştı. Şimdi masasında oturmuş ondan söz ederken, birbirimizi iyi anlamış olduğumuzu fark ettim. Çünkü anılar, insanları birbirine bağlar.

… Düşündüm ve basit, fakat insancıl duygularla o ölüye sadık kalmış iyi yürekli bu kadının karşısında kendimden utandım. Doğru dürüst bir eğitim almamış bu insan, Jacop Mendel’i daha iyi anımsayabilmek için, ondan kalan bir kitabı yıllarca muhafaza etmişti. İnsanları birbirine yaklaştırmak ve böylece unutulup gitmeyi engellemek için kitapların yaratıldığını bilmesi gereken ben ise; kitapçı Mendel’i yıllarca unutmuştum.

Stefan Zweig / Kitapçı Mendel

Nükte Ve Nüktenin Aracı Olan Edebî Sanatlar

ÖZET

Divan şiiri söz ve sözün değeri üzerine kurulmuştur. Bu yüzdenmdivan şairi, sözü en veciz ve en etkili bir şekilde söyleme çabası içinde olmuştur. Sözün değeri, içinde barındırdığı anlam zenginliğinde, çağrışımda, nüktede aranmıştır. Şairlik yeteneği de nükteci, nükteden anlayan, nükte bilen vb. vasıflarla değerlendirilmiştir. Dolayısıyla şair en güzel ve etkileyici ifadeyi bulmak için edebî sanatlara başvurmuştur. Bu yüzden divan şiirinde mana, mazmun ve nükte iç içe geçmiş şekilde
karşımıza çıkmaktadır. Bu yazıda mana ve mazmunun nükte ile ilgisi kısaca ele alındıktan sonra nüktenin aracı olan edebî sanatlar örneklerle değerlendirilmiştir.

Giriş

Edebî türler içinde dil, en rafine şekliyle şiirde karşımıza çıkar. Şiirde, anlatılmak istenen,
çeşitli imge ve sembollerle örgülenir. İnceden inceye düşülmüş ve şiire yerleştirilmiş her kelime
şairin hesap ettiği veya etmediği birçok çağrışımı içinde barındırır. Maksadı en güzel anlatan şiir
ölümsüzlüğe kavuşur.

Yüzyıllar süren divan şiiri geleneğinin kendine özgü bir dünyası vardır. Daha çok kelimeler
ve kavramlar üzerine kurulan yapısı dolayısıyla onu anlamak belli bir birikime sahip olmakla
mümkün olur. Çünkü divan şairi mektepteki bir öğrenci gibi2 okuyarak, çalışarak, inceleyerek
teorik bilgileri edinir; elde ettiği bilgilerle önce taklit ederek, sonra da özgün eserler vermek
suretiyle yetişirdi. Bu süreçte Arapça, Farsça ve Türkçenin dil inceliklerini de öğrenen şair, kendi
şiirlerini “sağlam ve kusursuz olarak söyleme” imkânına kavuşmuş olurdu. Şiiri bir binaya
benzeten Filibeli Fâni, “şiir binasının malzemesini kelime ve deyimlerin oluşturduğunu; eksik
kusurlu veya niteliksiz malzemeyle kaliteli bir bina yapılamayacağını” ifade eder (Kurnaz, 2007:7).
Dolayısıyla divan şairlerini ağır birer kelime işçisi olarak değerlendirmek mümkündür.

Sembolik bir dili olan ve çoğu kez hayale dayanan divan şiiri geleneğinde nükte özel bir
yere sahiptir. Teşbih, mübalağa, tezat, cinas vb. sanatların yardımıyla ve bazı ipuçları vermek
suretiyle okuyucuya bulmaca çözme hazzı veren, düşündüren, dikkat çekici ve çarpıcı ifadeler
şiirin toplumdaki yerini sağlamlaştırmıştır. Hemen her meseleye nükteli bir beyitle cevap verebilir
nitelikteki bu şiir, söz meclislerinin başköşesine kurulmuştur.

Bir sanat eserinde göze çarpan en önemli özelliklerden biri de sanatkârın hüneridir. Şiir
sanatı “dilin hünerli bir şekilde kullanılması” ile ortaya çıkar (Coşkun, 2011:59). Divan şairi,
kendisinden önce defalarca işlenmiş malzeme ile şairlik yeteneğini ispat etmeye, göstermeye
çalışır. Bu açıdan şairin ne söylediği değil nasıl söylediği önem kazanır. Nükte, şairin nasıl
söylediği ile ilgilidir.

Divan şiirinin karakteristik özelliklerinden biri de “teksif” düşüncesidir. Teksifte, kelime ve
kavramlar en kısa ve etkileyici anlatımı sağlamak için çeşitli çağrışımlara imkân tanıyacak şekilde
kullanılır (Okuyucu, 2006:78-81). Az sözle çok şey anlatma gayretinin bir sonucu olarak belli
kalıplar çoğu kez edebî sanatlar vasıtasıyla tekrar tekrar kullanılmıştır. Nükte, kelimenin
anlamından, mazmunun derinliğinden veya şiirin söylendiği ortamın sunduğu imkânlardan
yararlanılarak yapılır. Bu hususlar dikkate alındığında edebî sanatların nüktenin araçlarından biri
olarak kullanıldığı görülmektedir.

Mazmun, Mana, Nükte

Mazmun, divan şiirinin temel yapı taşlarından biri olarak kabul edilir. Arapça “zımn”
kökünden gelen mazmun, “anlam, kavram; kendine özgü simgesel anlamları olan nükteli ve cinaslı
söz” (Parlatır, 2009: 1027) şeklinde tarif edilir. Hüseyin Kazım Kadri, Türk Lügati inde mazmunu
“bir şeyden zımnen anlaşılan mana, mefhum, meal”, “zımnen anlaşılabilen nükteli, cinaslı ve
sanatlı söz” olarak açıklar. Divan şairleri tarafından çokça kullanılan bikr-i mazmun ise “ilk defa
söylenmiş olan mazmun ve nükte”ye denir (H. Kazım Kadri, 1943a: 369-370). Mazmun, “bazı
kavramları dolaylı anlatmak için kullanılan nükteli ve sanatlı söz” (TDK, 2005: 1358), “bir mana
veya mefhumu özelliklerini çağrıştırarak kelime grupları içinde gizleme sanatı” (Pala, 1995: 359;
1999: 400) şeklinde de tarif edilmiştir.3

Mazmunlar kelimenin ilk bakışta görülemeyen gizli anlamlarıyla ilgilidir. Bu yüzden
söylenmek istenen arka plana yerleştirilir. Dolayısıyla mazmun, “bir mananın ipuçları verilmek
suretiyle ifade edilmesi”nin aracıdır. Belli kalıplar ve edebî sanatlar vasıtasıyla şairler az sözle çok
şey söyleme imkânına kavuşurlar (Saraç, 2006:26).4

Eski belagatçiler mana, mazmun ve nükte kelimelerini birbiriyle ilgili veya birbiri yerine
kullanmışlardır. Mengi’ye göre şairler tarafından sık kullanılan bu terimlerin aralarında ne gibi
anlam farkları olduğunu bugün bilmek güçtür (Mengi, 2000a:19). Yukarıdaki mazmun
tanımlarından da anlaşılacağı üzere bu terimler arasında sıkı bir bağ/bağlılık görülmektedir. Bu
bağlamda nükte, nüktenin ne olduğu ve nükteden ne anlaşılması gerektiği sorusu gündeme
gelmektedir. Bu soruya geçmeden önce nükte ile mana ve mazmun arasındaki ilişkiye kısaca
değinmek yerinde olacaktır.

Mazmun ve nükte şiirin derinliğine gizlendikçe önem kazanır. Bu manalara sezgiyle
ulaşılır.5 Nükte ve mazmunun birlikte kullanıldığı aşağıdaki beyitte bu kavramların kolayca
anlaşılamayan anlamlarla ilgili olduğu nükteli bir şekilde anlatılmıştır. Beyitte nükte bilen birinin
bir mazmunu anlamak için çektiği zihnî ıstırap nispetinde mazmunun başarısı söz konusu
edilmektedir. Kendisi bin bir güçlükle bir nüktesini anlasa bile onu anlatma hususunda yine aciz
kalacaktır:

Çeke mazmûnunı fehm itmede bir nükte-şinâs

Ne kadar dikkat iderse o kadar renc-i elîm

Kendi fehm itse de bin fikr ile bir nüktesini

Nutku âciz kala yârâne idince tefhîm6

(Nefî K7/10-11)

Nüktenin ustaca yapılması şaire haklı bir şöhret sağlar. Bir şair için en büyük övgülerden
biri de nükteci olduğunun söylenmesi olsa gerektir. Nedim aşağıdaki beyitte böyle bir haklı gurur
içinde görülmektedir:

Ma’lûmdur benim sühanım mahlas istemez

Farkeyler anı şehrimizin nükte-dânları
(Nedîm G155/5)

Nüktenin yapılması kadar anlaşılması da mühimdir. Çünkü şair muhatapları tarafından
anlaşılmazsa sanatı, emeği hak ettiği değeri göremiyor demektir. Nâbî aşağıdaki beyitte sözden,
nükteden anlayanların kalmadığını, kitapların okunmadığını, anlaşılmadığını insanların kitapların
tezhip ve süsleriyle ilgilendiğini yine nükteli bir şekilde dile getirmektedir:

Aramaz kimse ma’ânî vü nikâtın kütübün

Nakş-ı ser-levhâ vü dîbâce-i halkârın arar
(Nâbî G158/2)

Mengi, birkaç beyitten hareketle mazmun ile nükteyi kıyaslar. Mazmunun daha ince, daha
gizli anlamlar barındırması dolayısıyla incelik istediği, şairden ya da okuyucudan daha fazla zihnî
çaba ve daha ince bir hayal gücü istediği sonucuna ulaşır. Nükte ise şiirden ziyade şairi niteleyen
terkiplerle7 kullanıldığı için “nükte-zekâ” ilişkisini hatırlatır. Mengi’ye göre bu durum “eski
şiirimizde şairlikle nüktedanlığın birlikte düşünüldüğü izlenimini vermektedir” (Mengi, 2000b: 40¬
41).

Mana, divan şiirinde temel unsurlardan biridir. “Eski şiirde manadan tedai [çağrışım]
beklenir.” Çünkü şiir dinleyeni/okuyanı farklı anlam boyutlarına taşıdığı ölçüde başarılı sayılır.
Burada “bikr-i mana yani daha önce işitilmemişlik, özgünlük” önem taşır. “Mana ilhamla vardır,
anlaşılması da sezgiyle olur.” (Mengi, 2000b: 39-40). Mengi, divan şairi tarafından mana için
kullanılan terkipleri iki başlık altında ele alır. Birincisi, bahr-ı ma’nâ, iklîm-i ma’nâ, vâdî-i ma’nâ
gibi mekân bağlantılı ifadelerdir. Bunlarla şairler mananın derinliği, zenginliği, mananın ayrı bir
dünyası olduğu fikrini vermektedirler. İkincisi ise şâhid-i ma’nâ, büt-i ma’nâ, ârûs-ı ma’nâ gibi
güzellik, tazelik, orijinallik ve özgünlük bağlantılıdır. Burada şairin manaya ait estetik kaygısı öne
çıkmaktadır (Mengi, 2000b: 32-34).8 Şairler mana ile ilgili tavırlarını gizli ve kolayca
anlaşılmayacak ifadelerle göstermişlerdir. Dolayısıyla mazmun ve nükte mananın en güzel şekilde
ifade edilmesi için araç olarak görülmüştür denilebilir.

Mana ve mazmunun izahında karşımıza çıkan kavram nüktedir. Nükte günümüzde “ince
anlamlı, düşündürücü ve şakalı söz, espri” (TDK, 2005: 1485) şeklinde tarif edilmektedir.
Geçmişte ise nükte “sözün ince, nazik ve latif manası, anlamı ince ve nazik olan söz; yalnız dikkat –
i nazar ve im„ân-ı fikr ile anlaşılan şey” (Parlatır, 2009: 1308) olarak kullanılmaktaydı. Türk
Lügatinde ise “zekâ ile idrak edilebilen zarif ve imalı söz ki latife gibi inbisatı mucip olur”
(H.Kazım Kadri, 1943b: 546) şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanıma göre imalı ve latife yollu söz
olarak ifade edilmesi nüktenin iğneleyici, alaycı kullanımının da olduğuna işaret eder. Zaten
tevriye, kinâye ve cinas gibi edebî sanatlarda nüktenin bu özelliği açıkça görülmektedir.

Bir başka açıdan “nükte, divan şiirinin hem tanımı, hem yazılma sebebi hem de
malzemesidir. Birçok beyit, güzelliğini ve uzun ömürlülüğünü içinde taşıdığı nükteye borçludur.”
(Coşkun, 2011:60). Bâkî bu durumu “mermere nükte kazmak” tabiriyle ifade etmiştir:

Sûret itdün şi’rüni girdün nigârun gönline

Bâkıyâ bu nakş ile sen nükte kazdun mermere
(Bâkî G481/5)

Nükteli söyleyiş, ince anlamları barındırdığı için bazen anlaşılamayabilir. Bu ise okurdan
belli bir zihnî çaba ister. Çünkü şair nükte aracını kullanarak niyetini özellikle gizlemektedir.

Nedim, aşağıdaki beyitte “ince nükteleri bir araya getirip toplamayı söz güzeline perçem
yapmak”la açıklar. Perçem yüzü örttüğü gibi nükteler de mananın örtüsü olarak düşünülmüştür:

Bârik şef nükteleri cem’ idüp Nedîm

Nâzende şâhid-i sühana perçem eyleriz
(Nedim G49/7)

Edebiyat terminolojisi içinde nükte bugün “mizahla ilgili olarak, şaka yollu mizahî söz”
anlamında kullanılmaktadır. Nüktenin eskiden bilinen ve kullanılan anlamı “herkesin
kavrayamayacağı cinsten olan ince anlam, kolay anlaşılamayan ancak erbabının anlayabileceği
ustaca, zekice söylenmiş sözdür”. Dolayısıyla nüktede “az bulunurluk, zekice söylenme, kolay
anlaşılamama, güzel buluş ve incelik esastır” (Mengi, 2000a: 18).9 Şairlerin nüktenin ilhamla ilgili
olduğuna dair beyitlerine de rastlanır. Çünkü böyle icazlı ve veciz söylemek ancak ilhamla
açıklanabilir. Cevrî, nükteciliğini hayalinin her an Cebrail’in sırrını ortaya çıkarmasıyla ifade eder:

Nükte-perdâz-ı cihânım ki hayâlim her dem

Lutf-ı râz-ı dil-i Cibrîli nümâyân eyler

(H.Kazım Kadri, 1943b:547)10

Nükte yapabilmek şair yaratılışla ilgili bir durumdur. Herkese gelmeyen o ilham şairin
gönlüne geliverir. Nedim, sevgilinin işve ile salınarak meclise gelişini, şair yaratılışlı kimsenin
aklına gelen nükteye benzetir. Yani, sevgilinin bu şekilde gelişi âşığa nasıl keyif verirse, nükteyi
yakalayan şair de öyle zevk duyar:

Gülerek şîve ile bezme o şûhun gelişi

Benzer ol nükteye kim tab’-ı sühandâna gelir
(Dilçin, 2005:407)

Aşağıdaki beyitte birçok hususun yanında söz meclislerinde dimağları tatlandıran nükteye
de işaret edilmiştir:

Agzumuz şîrîn ider bir nükte-i rengîn ile

Lal-i nâbun ey yüzi gülşen ne nâzük cân olur
(Bâkî G159/3)

İskender Pala nüktenin bilinen anlamını verdikten sonra bugünkü kullanımına yakın olarak
nükteyi “genellikle karşımızdakinden korktuğumuz veya incitmekten çekindiğimiz için söylemek
istediğimiz söze giydirilen süslü bir elbise” (Pala, 1995: 434) şeklinde açıklar.

Nükteyi bir muhatabı olsun veya olmasın okunduğunda ifadenin etkileyiciliği, güzelliği,
orijinalliği, şaşırtıcılığı gibi nedenlerle simalarda tebessüm ve gülümseme hissi uyandıran ince
manalı söz olarak da tanımlamak mümkündür. Nükte ile birlikte kullanılan “letafet” de dikkat
çekmektedir. Latif bir nükte, sözün çağrışıma açık, zihnî faaliyet gerektiren, incitmeyen, gönlü ve
zevki okşayan, tabir yerindeyse su gibi akan yönüne işaret etmektedir. Bazen sözün zengin
çağrışımlarla dolu etkileyiciliği karşısında “şapka çıkarmak”, “şapkayı havaya atmak” veya Araplar
gibi “Ya Selam” demek ya da “ayağa kalkmak” şeklinde tepki verildiği durumlar olur. Bu sözlerde
günümüzdeki anlamına uygun espriler de vardır.

İleride bahsedileceği üzere nükte yapmak için bazı kelimelerin tevriyeli veya cinaslı
kullanımlarına başvurulur. Örneğin “ayak” kelimesinin tevriyeli kullanılmasıyla ilgili birçok beyit
vardır. Bu tevriyelerin her birinin okuyucuda bulduğu karşılık aynı değildir. Bunlardan “kimisi
zanaat kertesinde kalmış, kimisi de sanat seviyesine yükselmiştir”. Zira “şiir zanaatı, şairlik
tabiatına ve zekâsına sahip kişilerin elinde sanata dönüşür” (Coşkun, 2007: 37). Şairlerin birer avcı
gibi sürekli ince anlamlar ve hoş nükteler peşinde koşmaları bu sanat çabasının bir delili olarak
görülebilir.

Gerçek hayata ait tecrübeleri veya davranış biçimlerini de yansıtması bakımından ifadenin
etkileyiciliği nükteye örnek gösterilebilir. Nâbî’ye ait aşağıdaki beyitte kendisine babasından miras
kalmış birinin mirası alması engellenmeye kalkışıldığında gösterdiği/göstereceği tepki üzerinden
cennete girme isteği nükteli bir şekilde dile getirilmiştir:

Kimdür bizi men„ eyleyecek bâg-ı cinândan

Mevrûs-ı pederdür girerüz hâne bizümdür
(Nâbî G224/5)

Şairi için Lâ-edri diyebileceğimiz aşağıdaki beyitte ise cennete girme isteği ahiret gününe
telmihle nükteli bir şekilde ifade edilmiştir:

Bakma yâ Rab sevâd-ı defterime

Anı yak âteşe benim yerime

Divan şiirinde nükte bugün kullanıldığı anlamıyla sadece espri için kullanılmıyor; espri,
alay, iğneleme nüktenin bir yönünü teşkil ediyordu.11 Nüktenin bu özelliği dün de vardı bugün de
devam etmektedir. Bunun dışında kalan düşündüren, dikkat isteyen, çağrışıma açık sözlerle yapılan
nükte, edebî sanatlarla doğrudan ilgili görünmektedir. Bu yazıya mana, mazmun ve nükte
arasındaki farklara veya benzerliklere değinmekten ziyade genel olarak etkileyici, şaşırtıcı, nükteli
söz bağlamında devam edilecektir.12 Edebî sanatlar yardımıyla okuru şaşırtan, hayrette bırakan,
çağrışımları ve ince manayı keşfetmesi sebebiyle tebessüm ettiren ifadeler ele alınacaktır.13

Edebî sanatlara geçmeden önce bazı tiplere ve onlar üzerinden yapılan nüktelere değinmek
yerinde olacaktır. Divan şiirinde zâhid, sûfî, hâce, nâsih, müddeî, rakîb gibi tipler nükte için eşsiz
bir ortam hazırlar. Her biri ince bir düşüncenin, keskin bir nüktenin örneği sayılabilecek pek çok
beyit vardır. Aslında bu tipler üzerine yapılan nüktelerle dolaylı olarak “gösteriş ve menfaat için
dindarlık eden” kişiler, “hayatın gayesini sürekli para kazanıp mal biriktirme zanneden insanlar”
vb. eleştirilmiş olur. “Rakîb”in ise ayrı bir yeri vardır.14 Her türlü lanet ve hakaretin yapıldığı bu
ifadelerde “kıskanç, hasetçi ve arabozucu tiplerden bir bakıma toplumun intikamı” alınır. Şair, bu
tip insanlara karşı toplumun hissiyatına tercüman olur, “dilini ve kalemini kılıç gibi kullanır”
(Şentürk, 1995:XII).

Nükte ve Edebî Sanatlar

Edebî sanatlar anlam ve kelime ile ilgili olmak üzere iki ana başlık altında incelenebilir.15
Anlamla ilgili sanatlar içinde “bir duygu ve düşünceyi nükteli bir biçimde söyleme temeline
dayanan sanatlar da vardır” (Dilçin, 2005:421). Bu sanatlar, birkaç örnekle nükte bağlamında
değerlendirilecektir.

Nükte Malzemesi Olarak Teşbih

Benzetme ilgisi sanatın temelini oluşturur. Teşbih, divan şiirinde en çok kullanılan
sanatlardan biridir. Şairler -çoğunlukla teşbih yönü bağlamında- en güzel teşbihi aramıştır. Birçok
nükte varlığını teşbihe borçludur. “Bir kavramın herhangi bir özellik bakımından kendisinden daha
üstün veya daha meşhur bir kavrama benzetilmesine benzetme veya teşbih denir.” Teşbih,
genellikle mecazların içinde ve yanında yer almıştır. “Bir yarı mecaz veya yarı aktarım sanatı olan
teşbih” isti’ârenin başlangıcı sayılabilir. Çünkü “mecazın en önemli unsurlarından olan isti’âreler
teşbihin kısaltılmış şekilleridir” (Coşkun, 2007:43).16 Teşbih çeşitleri içinde “sıkça kullanılan ve
hemen anlaşılan teşbihlere mübtezel veya karib teşbih”, “benzetme yönü zor anlaşılan teşbihlere
baid veya garib teşbih” adı verilmiştir.17 “Genellikle birbiriyle ilgisiz unsurlarla mizah maksatlı
olarak yapılan teşbihlere tehekkümî teşbih denir” (Coşkun, 2007:45). Teşbihin etkili olması için
aranılan özelliklerden biri de mübalağadır (Tahir’ül-Mevlevî, 1994:169-170).

Teşbih-i tafdil veya maklûb teşbih çeşidinde “benzetme yönü bakımından benzeyenin,
kendisine benzetilenden üstün tutulduğu teşbihler”dir (Coşkun, 2007:46). Aşağıdaki beyitte şair
kendisini bülbül ile kıyaslayarak ondan üstün olduğunu söylemektedir. Bu ifadede “beni bülbülle
bir mi tutuyorsun, aşk olsun, hiç benziyor muyuz” tarzında bir nükte söz konusudur:

Ehl-i temkinem beni benzetme ey gül bülbüle

Derde yok anun sabrı her lahza bin feryâdı var
(Fuzûlî G75/4)

Divan edebiyatında Ferhad ve Mecnun ideal âşık tipleri olarak şöhret bulmuşlardır. Bu
durumda bazen şairler “Mecnun’un adı çıkmış, asıl âşık benim” derken; bazen de “Bak, Ferhad
şöyle vur, şuradan başla” diyerek Ferhad’a dağları delmede üstatlık ederken, sanatının inceliklerini
öğretirken görülür. Bu ifadelerde nükte benzeyenin, kendisine benzetilenden üstün olması üzerine
yapılmıştır:

Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var

Âşık-ı sâdık benem Mecnûn’un ancak adı var
(Fuzûlî G75/1)

Bî-sütûn-ı gamda Bâkî seng-i mihnet kesmede

Şöyle üstâd oldı kim Ferhâda san„at gösterür

(Bâkî G51/6)

Tasvir veya tablo hüviyeti kazanan teşbihlerde anlatılmak istenenin birden fazla
benzetmeyle ortaya konulmasına “mürekkep teşbih” denir. Genellikle deyim ve temsillerle yapılan
bu tür teşbihlere “temsilî teşbih” denir (Coşkun, 2007:49). Aşağıdaki beyitte sevgilinin eşiğine
ulaşan rakibin hiçbir kıymeti olmayacağı çemen, karga ve bülbül tasviriyle iğneleyici bir şekilde
verilmiştir:

Habîb işigi rakîbe şeref virürdi velî

Çemende gezmek ile zâg andelîb olmaz
(Necâtî G221/3)

Sevgilinin saçı âşıkların yuvası/mekânıdır, onunla bağlı veya ona asılıdırlar. Aşağıdaki
beyitte sevgilinin saçından, dolayısıyla sevgiliden ayrı kalan âşık, bağlarından kurtulmuş deli
temsiliyle anlatılıyor ki ne yapacağı belli olmaz, şerrinden kimse emin olamaz:

Zülfünden ayru Bâkî bir hâl ile yürür kim

Zincirden boşanmış dîvânedür sanurlar
(Bâkî G115/5)

Nükte Malzemesi Olarak Îsti’âre

Bir kavramı dolaylı olarak ifade etmek için herhangi bir bakımdan benzediği diğer bir
kavramın adıyla anmaya isti’âre denir (Coşkun, 2007:66; Uysal, 2010:105; Külekçi, 1995:53;
Mermer, 2005:49). Hem mecaz hem benzetme sanatı olarak tarif edilen isti’âre “bir şeyi kendi
adının dışında türlü yönlerden benzediği başka bir şeyin adıyla anma” şeklinde de ifade edilebilir
(Dilçin, 2005:412).18

Divan şiirinde özellikle sevgili veya sevgilinin güzellik unsurlarıyla ilgili yapılan isti’âreler
dikkat çekmektedir. Nâilî’ye ait aşağıdaki beyitte sevgili yerine kullanılan “meh”, “gece” ilişkisi
içinde çağrışıma açık bir nükteyle ifade edilmiştir:

Kadem kadem gece teşrifi Nâilî o mehin

Cihân cihân elem-i intizâra degmez mi
(Nâilî G368/6)

Nükte Aracı Olarak Mecâz-ı Mürsel

Bir sözü gerçek anlamının dışında benzetme amacı gütmeden kullanmaya mecâz-ı mürsel
denir. Bir başka ifadeyle “mecazların alışılmış ve yaygın olanların dışında sanatlı kullanılması”dır
(Külekçi, 1995:18). Hayâlî’ye ait aşağıdaki beyitte, “şişe” kelimesi içki içmek manasına
kullanılmıştır. Aynı zamanda “şişe çekmek” tevriyeli kullanılarak zengin bir çağrışıma imkân
tanınmıştır:

Sıhhat istersen sakın çekme tabîbün şerbetin

Mihnet ü gam derdine gâyet devâdur şîşe çek
(Hayâlî G295/2)

Nükte Malzemesi Olarak Cinâs

Cinas nükte yapmak için icat edilmiştir denilse mübalağa olmaz. Kelime ve anlam
oyunlarının yoğun olarak yer aldığı bu sanat şairlerin yeteneklerini sergilediği bir alan olmuştur.

Anlamları farklı, yazılış ve telaffuzları aynı veya benzer kelimelerin birlikte kullanılmasına cinas
denir.19 Hem anlamla hem de ahenkle ilgili olduğu için çok kullanılan bir sanattır. “Divan ve halk
şiirinde birçok beyit ve dörtlük güzelliğini, nüktesini ve hatta yazılış sebebini cinasa borçludur”
(Coşkun, 2007:251). Şairlerin zekâ hünerlerini göstermeleri bakımından cinas, her dönemde
başvurulan bir sanat olmuştur (Aksoyak, 2006:30).20 Aşağıdaki beyitte “yarını” kelimesi hem
tevriyeli hem de cinaslı olarak kullanarak nükte yapılmıştır:

Düşmânı yâr idinüp yârum unutdı yârını

Yarını anmaz dirîgâ ol Hüdâ’dan korkmaz
(Necâtî G225/7)

Aşağıdaki beyitte “beli” kelimesi hem “bel” hem de “evet” manasına kullanılmıştır:

Gördi dil-dâra kemer gibi tolaşdugum rakîb

Didi maksûdun beli midür eyitdüm kim belî
(Mesihi G277/3)

Rakip ile âşık arasında daima bir çekişme vardır. Âşık bir yolunu bulup ondan kurtulmak
ister. Aşağıdaki beyitte “el” kelimesi hem cinaslı hem de tevriyeli kullanılmıştır. İfadeye, rakibi
kovmak için “başkasının yardımına ihtiyacımız yok” derken, “elimizi bile kirletmeyiz, ayağımız
yeter” şeklinde nükteli bir söyleyiş gizlenmiştir:

Aslâ rakîbi sürmege yalvarmazuz ile

Bir püşt-pâ yeter ana dahi ne el gerek

(İshak Çelebi G138/2)

Nükte Aracı Olarak Kinâye

Kinâye, cinas gibi çok kullanılan fakat daha çok iğneleme kastının öne çıktığı bir sanattır.
Sözün hem gerçek hem mecaz anlamda kullanılmasına karşın asıl kastedilen mecazî anlam olması
nükteye kapı aralar. Kinâye, bir sözü “gerçek manayı düşünmeye engel olacak bir karine
bulunmamak şartıyla”, gerçek manasına da gelebilecek şekilde kullanma sanatıdır (Coşkun,
2007:91; Uysal, 2010:128; Külekçi, 1995:68). Başka bir deyişle, “gerçeği mecaz yoluyla dolaylı
olarak anlatmaktır” (Dilçin, 2005: 416; Külekçi, 1995:68). Sitem, tezyif, tahkir ve tehekküm gibi
maksatlar taşıyan ifadeler nezaket gereği başvurulan kinâye ile daha tesirli hale gelebilir (Külekçi,
1995:68-69).

Kinâyeli anlatımın tercih edilmesini birkaç sebebe bağlayabiliriz. Birincisi “doğrudan
söylenince kaba sayılacak bir ifadeyi nazikçe söylemektir”. Bu şekilde söylemek “kabalığı
hafifletici, çirkini güzel gösterici” olarak görülebilir.21 Diğeri ise anlatımı “somutlaştırmak ve
görselleştirmektir. Kinâye, “bir anlam veya mesajı gerçeğe dayalı bir tasvirin içine gizleme sanatı”
şeklinde de ifade edilebilir. “Zihin bu gizli anlama yorum yaparak ulaşır ve kinâyeli sözden zevk
alır.” (Coşkun, 2007: 93-94)

Aşağıdaki beyitler kinâye yoluyla nükteye güzel birer örnektir:

Bâkîyi mey-i nâba yemîn itdi dimişler

Gül gibi ele sâgar alup içmez ol andı

(Bâkî G524/5) 22

And içmek istedüm mey-i nâb içmege velî

Âyîn-i ‘ışk içinde danışdum günâh imiş
(Hayretî G159/4)

Fennî, aşağıdaki beyitte tenasüp içinde kullandığı “afyon, kutu ve ehl-i keyf” kelimeleriyle
kinâye yoluyla ince bir nükte yapmıştır:

Ögme şarâbı zemm idüp afyonu sâkıyâ

Açtırma ehl-i keyfe kutunun kapagını

(Dilçin, 2005:417)

Nükte Aracı Olarak Ta’rîz

Bir sözün ya da kavramın gerçek ve mecaz anlamı dışında tamamen tersini kastetmeye
ta’rîz denir. Bu sanat “bir kişiyi ya da durumu alaya almak ve iğnelemek amacıyla yapılır” (Dilçin,
2005: 417). “Ta’rîz, bir maksat sanatıdır. Tevriye, tevcih, kinâye, isti’âre, telmih ve teşbih gibi
birçok sanat ta’rîz için vasıta olarak kullanılabilir.” Diğer bir ifadeyle ta’rîz “sanatkârane yapılan
eleştirilere” denildiği için bütün bu sanatlarla ilgilidir (Coşkun, 2007:188-189). Dolayısıyla amaç
muhatabı kırmadan, incitmeden maksadını ifade etmektir (Mermer, 2005:98). Ta’rîzde söylenenle
ifade edilmek istenen gerçek arasında tam bir zıtlık vardır. Ta’rîz daha dokunaklı olursa istihza,
ondan da ağır olursa tehekküm adını alır (Külekçi, 1995:76-77; Tahir’ül-Mevlevî, 1994:161).

Özellikle Nefî’nin ta’rîzleri bu konuda verilen en güzel örnekler olarak karşımıza
çıkmaktadır.23 Aşağıdaki iki beyitte Nefî ile aynı düzlemde ifade edilen husus benzer şekilde
sevab-günah, iyi-kötü tezadıyla birlikte “yalan çıkmak” ve “mahrum olmak” tabirleriyle nükteli bir
şekilde dile getirilmiştir:

Zikri sûfînün sevâb u fikri Şeyhi’nün günâh

Bari mahrûm olmayısar ikimüzden birümüz
(Şeyhî G82/7)

Biz sûfîye eyü dirüz ol bize kem disün

Mahşer güninde belki ikimüz yalan çıka

(Yahyâ Beg G 399/4)

Nükte Malzemesi Olarak Tevriye

Tevriye, birden fazla anlamı olan kelimelerin verdiği imkânla nükte yapmak için sıkça
başvurulan bir yoldur. “En az iki anlama gelen cinaslı veya çok anlamlı bir kelime, deyim veya
ibarenin bir anlamını kullanıp diğer anlamını ifadenin içine gizlemeye tevriye denir” (Coşkun,
2007: 104). Başka bir deyişle tevriye, “bir kelimenin birden fazla anlamını ifadenin manasına
uygun düşürme sanatıdır” (Coşkun, 2007: 106).24 Tevriye “ifadenin anlamını zenginleştirmek veya
muhatabı şüphelendirmek” için yapılır. Bu sanatta cinaslı kelimeler, deyimler, mecaz ve yan
anlamlı kelimeler çok kullanılır (Coşkun, 2007: 105-110). Aşağıdaki birinci beyitte “yaşlı” ve
“iradî olarak tercih etmek” anlamına gelen “ihtiyâr” kelimesiyle; ikinci beyitte “cennet” ve “uç-
fiili” manasına gelen “uçmak” kelimesi tevriyeli kullanılarak nükte yapılmıştır:

Sakın Mecnûnı sanman ehl-i aşkun ihtiyârıdur

Güzel sevmekde zîrâ kimseye hîç ihtiyâr olmaz
(Bâkî G195/1)

Ne aceb murg imişsin ey zâhid

Ki hemîşe murâdun uçmakdur

(Necâtî G147/5)

Aşağıdaki beyitte “gözüme kan görünür” ifadesiyle, “gözüm bir şeyi görmez olur, kan
dökerim, katil olurum” şeklinde kana susamış bir ruh hali ifade edilirken, diğer yandan şarabın
kırmızılığı ve sarhoş olan kişinin gözlerinin kızarması aynı anda dile getirerek güzel bir nükte
yapılmıştır:

Yüri var meykedede karşuma gelme nâsih

Ki elüme sâgar alıcak gözüme kan görinür
(Necâtî G80/2)

Tevriye’ye bazen doğrudan söylenemeyen, söylenmesi uygun olmayan eleştiriler için de
başvurulabilir. Siyasî sataşmalar, edebî ta’rîzler bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Nef î’nin
“tahir” kelimesiyle muhatabına nazikçe ve dolaylı olarak “kelb” (köpek) demesi bilinen bir
örnektir (Coşkun,2007:106).

Nükte Aracı Olarak Îhâm ve Mugâlata

Cinaslı veya çok anlamlı kelimeleri, bu kelimelerin farklı anlamlarını da destekleyecek
biçimde uygun kavramlarla birlikte kullanmaya îhâm veya mugâlata denir. Bu sanatta amaç,
“anlamı karıştırmak”, “okuyucuyu yanıltmak ve şüphelendirmek” tir (Coşkun, 2007: 116; bk.
Külekçi, 91-101; 105-112; Uysal, 2010:148). Diğer bir ifadeyle birden fazla anlamı olan bir
kelimeyi bütün anlamlarını kastederek kullanmaktır (Dilçin, 2005:421). Şemseddin Sami’ye göre
ise îhâm, “iki anlamı olan bir kelimenin en az kullanılan anlamını kastederek kullanmak”tır
(Mermer, 2005:44).

Îhâm veya mugâlata tevriye olarak da değerlendirilmektedir.25 İki anlama gelen ve
birbiriyle ilgisi olan kelimeleri bir araya getirmek suretiyle yapılan îhâm-ı tenasüp -ki burada
kelimenin ikinci anlamı kastedilir- ve anlamca birbirine zıt kelimelerin kullanımıyla yapılan îhâm-ı
tezat da makbul bir hüner olarak görülmüştür (Levend, 1984:486; Tahir’ül-Mevlevî, 1994:173).

Aşağıdaki beyitte Nergîsî, “uçmak” kelimesini hem “kuş gibi uçmak” hem de “cennet”
anlamında kullanarak nükteli bir söyleyiş yakalamıştır:

Zâhid o denlü sıklet ü tâc-ı kabâ ile

Uçmak ümidin itmez idi ebleh olmasa

(Coşkun, 2007:121)

İzzet Molla’ya ait beyitte ise “ocak” kelimesi hem “yemek pişirilen ocak” hem de
“Yeniçeri Ocağı” anlamında kullanılmıştır. Burada kastedilen kelimenin ikinci anlamıdır. Nüktenin
Yeniçeri Ocağı üzerinden yapılması ifadenin etkili ve anlamlı olmasını sağlamıştır:

Koyup kaldırmada ikide birde

Kazan devrildi söndürdü ocagı

(Coşkun, 2007:116)

Aşağıdaki beyitlerde “hesap olmaz” ifadesi hem “haddi hesabı yok, çok sayıda”, hem de
“sorgu sual olmamak” anlamında; “yalvarı görsünler” ise hem “yalvarmak”, hem de para, servet
anlamındaki “yalvarı” ile “parayı görsünler” anlamında kullanılarak nükte yapılmıştır:

Didüm yolunda ey dil-ber ne çok âşıklarun ölmiş

Didi kim Ka’be yolında ölenlere hisâb olmaz
(Necâtî G224/6)

Güzeller mihri-bân olmaz dimek yanlışdur ey Bâkî

Olur va’llâhi bi’llâhi hemân yalvarı görsünler
(Bâkî G224/6)

Nükte Malzemesi Olarak Tevcih

Tevcih, bir sözü hem övgü hem yergi anlamı taşıyacak şekilde iki farklı anlamda
kullanmaya denir (Külekçi, 1995:113; Coşkun, 2007:129; Uysal, 2010:205). “Tevcihe genellikle
olumsuz bir fikri veya eleştiriyi edebî ve nükteli bir şekilde ifade etmek için başvurulur”
(Coşkun,2007:129). Aşağıdaki beyitte Nedîm dolaylı ve nükteli bir şekilde kendisine yeterince
lütufta bulunulmadığını ima etmektedir:

Arz-ı hâlüm çok efendüm hâk-i pây-ı devlete

Lutfun ammâ bî-niyâz-ı arz-ı hâl eyler beni
(Nedîm G147/10)

Nükte Malzemesi Olarak İstihdam

İki anlama gelen bir kelime veya sözün aynı ifade içinde işaret ettiği her iki anlamı için ayrı
ayrı iki kelime kullanılmasına istihdam denir (Coşkun,2007:132; Külekçi, 1995:102; Uysal,
2010:109; Mermer, 2005:50). Aşağıdaki beyitte “çekmek” kelimesi üzerinden nükte yapılmıştır:

Zâhidâ sâgarı çekmek eger olduysa günâh

Sen sevâb içre bulun biz bu günâhı çekelüm
(Hayâlî 336/3)

Nükte Aracı Olarak Tecahül-i Ârif

Divan şairleri bilinen bir şey hakkında bilmiyormuş gibi yaparak, soru sorarak; bir gerçeğin
farklı ve hiç düşünülmemiş bir yönüne dikkat çekerek nükte yapma peşinde olmuşlardır. “Bilinen
bir gerçeği bir nükteye dayanarak bilmiyormuş gibi söylemeye” tecahül-i ârif denir (Dilçin, 2005:
441; Külekçi, 1995:114). Şairin bildiğini bilmezden gelerek maksadını dolaylı yollardan ifade ettiği
bu sanatta mübalağa ve istifham sanatlarından yararlanılır (Coşkun, 2007: 199; Tahir’ül-Mevlevî,
1994:151).26

Tecahül-i ârifte amaç sözün bir nükte ile tesirli ve etkili hale getirilmesidir. Dolayısıyla
neşelendirme, azarlama, hayranlık, övme ve yermede mübalağa gibi nükteler vardır. (Külekçi,
1995:115-116). Bu sanatta ifadenin çarpıcılığı nükteyi ortaya çıkarmaktadır. Aşağıdaki beyitte
Fuzûlî, ay-parmak ilişkisi kurarak nükte yapmıştır:

Mâh-i nevdür yoksa sen kıldukda seyr-i âsmân

Kaldırup parmak getürmiş âsmân îmân sana
(Fuzûlî G6/8)

Nâbî aşağıdaki beyitte leff ü neşr ile tecahül-i ârif sanatını birlikte kullanarak hoş bir nükte
yakalamıştır. Salih-fasık kelimeleri arasındaki tezat da ifadeye ayrı bir tesir katmıştır. Şairin
indinde mey testisi ile abdest ibriğinin farkı salihlik ve fasıklık olarak bilinmekle beraber
bilmiyormuş gibi sorulmuştur:

Sebû-yı meyle ibrîk-i vuzû bir hâkdür ammâ

Ne hikmetdür bilinmez biri sâlih biri fâsıkdur
(Nâbî G166/5)

Nükte Aracı Olarak Hüsn-i Ta’lîl

Hüsn-i ta’lîl divan şiirinde söze nükte ve espri katmak amacıyla sıkça kullanılır. Özellikle
sevgili/memduh ile ilgili durumlar bu sanat için eşsiz bir ortam oluşturur.

Herhangi bir gerçek olayın meydana gelmesini hayalî ve güzel bir nedene bağlamaya
(Dilçin, 2005: 443; Külekçi, 1995:142; Uysal, 2005:91; Tahir’ül-Mevlevî, 1994:56) veya “bir şeyin
meydana gelişi için şairane bir sebep söylemeye” hüsn-i ta’lîl denir (Coşkun, 2007: 168). Bu
sanata, “şiirde anlatılmak istenen duyguyu veya hayali anlatıma güzellik, incelik veya espri katmak
için” başvurulur (Mermer, 2005:42).

Aşağıdaki beyitler hüsn-i ta’lîl üzerinden nükteli söyleyişler içermektedir. Birinci beyitte
suyun çağlayarak akışı sevgiliye ulaşma isteğine, ikinci beyitte kalemin ucundaki mürekkebin
akışkanlığı sevgilinin dudağını ve ayva tüylerini tariften dolayı ağzının sulanmasına, üçüncü beyitte
ise tarağın dişlerinin oluşu sevgilinin yanağını öpmesinden dolayı parçalanmış olduğuna
dayandırılarak ifade nükteli hale getirilmiştir:

Hâk-i pâyüne yetem dir ömrlerdür muttasıl

Başını taşdan taşa urup gezer âvâre su
(Fuzûlî K3/27)

Gird-i lebde hat-ı nev-hîzini tahrîr itsem

Hâmenün lezzet-i tahrîrden agzı sulanur
(Nâbî G69/4)

Turra-i yâri tararken öpdi ruhsârın meger

Lezzetinden çâk çâk oldı dehânı şânenün
(Nâbî G242/4)

Hüsn-i ta’lîl ile hazır cevaplılık bir beyitte birleşince ortaya güzel bir nükte çıkar. Nedîm,
muhtemelen bir kabul töreni sırasında arka sıralarda kalmasının nedenini soran Sultan Ahmed’e
“Gönül sizi herkesten çok görmek istiyor, o yüzden en sona geçtim ki güzel yüzünüzü daha fazla
seyredeyim” şeklinde hoş bir nükte ile cevap vermiştir:

Cemâl-i pâkin sâ’irden artuk görmek ister dil

Aceb mi cümlesinden sonra bûs etsem o damânı
(Nedim K11/26)

Nükte Malzemesi Olarak Tezat

Eşya zıddıyla bilinir. Birbirine zıt olan kavramların bir arada kullanılması anlamı/anlatımı
kuvvetlendiren bir husustur. Kavramlar arasındaki zıddiyet arttıkça anlam daha çarpıcı hale
gelmektedir. Divan şairleri de bu zıtlıktan olabildiğince yararlanmışlardır.

İfadeyi etkili kılmak için anlam bakımından birbirinin zıddı olan kelimeleri birbiriyle
ilişkili olarak söylemeye tezat denir (Coşkun, 2007:151; Külekçi, 1995:83; Dilçin, 2005:449).
Zıtlık ne kadar sanatlı olursa nükte de o kadar etkili olur. Yavuz Sultan Selim tarafından söylenen
aşağıdaki beyitte aslanları titreten güç ile ahu gözlü birisi karşısındaki acizlik bir kişide
birleştirilerek güçlü bir tezat, dolayısıyla da sağlam bir nükte oluşturulmuştur. Fonetik açıdan da
birinci beyit ile ikinci beyit arasındaki zıtlık dikkat çekicidir:

Şîrler pençe-i kahrumda olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebûn itdi felek

(Coşkun, 2007:152)

Aşağıdaki beyitte “yıkılası” kelimesi “mey-gede”nin adı olmakla birlikte “yapılmış”
kelimesiyle kullanılarak “yap-”, “yık-” arasında nükteli bir tezat oluşturulmuştur:

Hoş geldi bana mey-gedenün âb u hevâsı

Va’llâhi güzel yirde yapılmış yıkılası
(Bâkî G508/1)

Nükte Malzemesi Olarak Mübalağa

Mübalağa duyguları anlatmak için hayatın hemen her kademesinde başvurulan bir anlatım
tarzıdır. Bu şekilde insanlar kendilerini daha iyi anlattıklarına inanırlar. Hayale dayalı divan
şiirinde de şairler mübalağayı çokça kullanmışlardır. Başarılı bir mübalağa, içerdiği abartıdan
ziyade verilmek istenen duyguyu keskin bir şekilde öne çıkarır. “Anlatımı çarpıcı hale getirmek,
muhatabı etkilemek, yanıltmak veya ikna etmek” amacıyla “herhangi bir şeyi olduğundan daha
fazla veya az gösterme”ye abartma veya mübalağa denir27 (Coşkun, 2007:163; bk. Uysal,
2010:152; Tahir’ül-Mevlevî, 1994:105). Mübalağa nükteli ve zarif olmalıdır. Bir şairin hayal
gücünü ve genişliğini göstermesi bakımından mübalağa sanatına önem verilmiştir (Dilçin, 2005:
447; Külekçi, 1995:149). Divan şiirinde şairler “mübalağanın tebliğini hatta bazen iğrâkını
severler, yapılabilmesini hüner sayarlardı” (Mermer, 2005:76).28

Aşağıdaki beyitte sevgilinin naz ve ilgisizliği “bırakın âşığı Hızır gibi ölümsüz birini bile
öldürür” diyerek nükteli bir mübalağa ile ifade edilmiştir:

Bu nâz u bu nigâh-ı tegâfül ki sende var

Hızr olsa âşıkun sebeb-i terk-i cân olur
(Nef’î K28/7)

Aşağıdaki beyitte sevgilinin elbisesindeki gülün dikeninin gölgesinin onu inciteceği
mübalağası hoş bir nükte meydana getirmiştir:

Güllü dîbâ giydin ammâ korkaram âzâr ider

Nazenînüm sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
(Nedîm G154/3)

Mübalağanın âdetçe ve akılca mümkün olmamasına gulüv denir. İbrahim Sırrı’ya ait
aşağıdaki beyitte zahidin yüzünün soğukluğu “Zahid bu soğuklukla cehenneme girecek olsan
söndürürsün, bir parça tütün tutuşturmaya bir kıvılcım dahi bırakmazsın” şeklinde nükteli bir
mübalağa ile dile getirilmiştir:

Zâhid bu bürûdetle eger dûzaha girsen
Bir lüle duhân yakmaya âteş bulamazsın

Nükte Aracı Olarak İrsâl-i Mesel

Tarihî yaşanmışlık ve tecrübenin şiire ustaca yerleştirilmesi ifadedeki tesiri artırır. Divan
şairleri de bu birikimden olabildiğince yararlanıp ölümsüz mısralar ortaya koymuşlardır. “Bir fikri
veya mesajı anlaşılabilir kılmak ve muhatabı ikna etmek için doğruluğu herkes tarafından kabul
edilen veya edilebilecek bir örnek vermeye irsâl-i mesel veya irâd-ı mesel denir.” İrsâl-i meselin
olduğu sözlerde temsilî teşbih de söz konusudur.29 Bu sanata, “konuyu daha iyi anlatmak” veya
“bedii zevkleri okşamak için şairâne sebeplerle başvurulur” (Coşkun, 2007:172).

Aşağıdaki beyitte güneşe bakanların gözlerinin yaşardığı gerçeği ile şairin dünya ile ilgili
fikrinin nükteli bir şekilde desteklendiği görülmektedir:

Alur göz ile bakma cihâna kim güneşün

Yüzine dogru bakanun gözinden akar yaş
(Necâtî TB2-1/3)

Aşk halinde duygular aklın önüne geçer. Bu durumda âşık normal davranamaz. Aşağıdaki
beyitte şair, âşığın bu haline gülen müddeî’ye “Âşık olana herkes güler bir sen değil” diyerek
durumu bir nükte ile kurtarır:

Şeyhi’ye gülsen n’ola iy müdde’î

Âşıka her kişi güler sen degül

(Şeyhi G110/8)

Divan edebiyatı geleneğinde bahar mevsimi işret zamanıdır. Kış mevsimi boyunca
evlerinde veya kapalı mekânlarda kalmak zorunda olanlar baharı dört gözle beklerler. Kış mevsimi
dolayısıyla çemendeki işretten de bir miktar uzak kalırlar. Bahar gelince hemen eski alışkanlıklar
depreşir. Kış mevsiminde zahidin zoruyla yapılan tövbe baharla birlikte bozuluverir. Şair bu
durumu “kışın yapılan yapı sağlam olmaz” diyerek nükteli bir meselle anlatır:

Yıkıldı zâhidün virdügi tevbe

Dirîgâ kışda yapu muhkem olmaz

(Necâtî G 230/5)

Nükte Aracı Olarak Mezheb-i Kelâmî

Mezheb-i kelâmî, “Şairane kanıtlama, delil sunma” şeklinde açıklanabilir. İrsâl-i mesel ve
iktibasla ilgilidir. “Bir düşünceyi ikna edici bir şekilde ifade etmek için akla uygun bir kanıt
sunulabileceği gibi hayalî veya mizahî bir kanıt da ileri sürülebilir” (Coşkun, 2007:181). Aşağıdaki
birinci beyitte “âşık sevgiliyi görse sevincinden, görmese kederinden ölür” diyerek, ikinci beyitte
ise sevgilinin vefasının olmadığı “dikkatle baştan ayağa bakıyoruz olsa görürdük” şeklinde nükteli
bir delil ile gösterilmiştir:

Cafer nice ola diri âlemde kim sen dilberi
Görse sevincinden ölür görmese hicrân öldürür
(Cafer Çelebi G60/5)

Dikkatler ile seyr iderüz yâri ser-â-pâ
Görmez mi idük biz de eger olsa vefâsı
(Bâkî G508/5)

Hayretî’ye ait aşağıdaki beyit, zahidin âşığı güzele bakmaktan men etmesini
“Yaratılmışların en güzelini inkâr etmenin neresi takvadır?” diyerek mizahî bir ifadeyle eleştirir:

Men‘ idersin vech-i zîbâdan bizi ey müttakî
Ahsen-i takvîme inkâr eylemek takvâ mıdur
(Hayretî G67/5)

Nükte Aracı Olarak İstidrak

Över gibi yaprak eleştirmeye veya eleştirir gibi yaparak övmeye istidrak denir. Söze öyle
başlanır ki önce yergi zannedilir sonrasında övgü olduğu anlaşılır (Coşkun, 2007:192; Uysal,
2010:108; Tahir’ül-Mevlevî, 1994:73; Mermer, 2005:50). Aşağıdaki örneklerde birinci beyitte önce
“Allah’ın adamısın” diye övgü görülürken sonrasında “Allah canını alsın” diyerek, ikinci beyitte
“yaralarına elmas kırıntıları ekmesi” sonrasında onlara “ihsan” denilmesiyle, üçüncü beyitte ise
önce “her şeyi bilir” ile olumlu bir tablo ortaya konulurken sonrasında “işi gücü fitne fesat”
denilerek imalı bir şekilde yerilmiştir:

Bî-riyâ merd-i Hudâsın bilürüz ey sofî
Garazun rahmet-i Hakdur o kadar rahmet bul
(Bâkî G307/6)

Rîze-i elmâs eker her açdugı zahma o şûh
Lutfı var olsun ider ihsân ihsân üstine
(Râsih G85/3)

Dehrde anlamayup bilmedügi ola meger
Tama‘ u bugz u nifâk u hased ü gadr u sitem
(Nâbî K15/80)

Nükte Malzemesi Olarak İstifham, Taaccüp

Cevabını bilerek, bilineni hatırlatarak veya bir cevaba mecbur ederek soru sormak ustalık
gerektirir. Bu şekilde sorulan sorular aynı zamanda içinde bir nükte de taşır. “İfadeyi
güzelleştirmek, bir fikri vurgulamak; söze nezaket, doğallık ve içtenlik katmak, dikkat çekmek; bir
fikrin muhatapları tarafından düşünülmesini ve kabul edilmesini sağlamak” amacıyla soru sormaya
istifham veya taaccüp sanatı denir (Coşkun, 2007:197).

Hayret, şefkat, elem, nefret, kin gibi heyecana bağlı duyguların soru şeklinde sorulmasıyla
yapılan istifham sanatında amaç cevap almak değildir. Duygu ve heyecanı daha açık ve etkili
anlatmak için bu yola başvurulur (Külekçi, 1995:124). Aşağıdaki beyitlerde soru sormak suretiyle
hoş birer nükte yapılmıştır:

Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El-aman ey dil ne müşkil-ter suâl olmuş sana
(Nedîm G2/5)

Cânâ ne var garîbüne itmezsün iltifat
Vuslat sizün diyârda âdet degül midür

(Nâbî G200/4)

Nükte Malzemesi Olarak Müracaa

Anlatıma doğallık ve canlılık katmak, muhatabın dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade
tarzıdır. “Dedim dedi” şeklinde bir diyalog ortamı sağlar. Bu tarz ifadeler de nükte yapmak için
uygun bir zemin oluşturur. Aşağıdaki beyitlerde “dedim dedi”lerle birlikte verilen cevaplar ince bir
zekânın ürünü olarak değerlendirilmelidir:

Didüm kaç bûseye bir cân alursın

Didi hey bu ne sözdür bire bire

(Necâtî G531/2)

Didüm var mı dehânunla miyânun

Didi kim söyleme ortada var yok

(Bâkî G246/4)

Rakibin sürekli sevgilinin yanında olması, sevgilinin onu yanından kovmaması,
öldürmemesi âşığı her zaman huzursuz eden bir durumdur. Aşağıdaki beyitte bu durum kör noktada
bulunmasına bağlanmış ve dedim dedi diyalogu bu mesel vasıtasıyla hoş bir nükte haline gelmiştir:

Didüm ne içün rakîbi oklamazsın

Didi yakın nişan kördür urılmaz

(Zâtî G509/3)

Sonuç

Nüktenin aracı olan edebî sanatları alt dallara ayırarak daha da genişletmek mümkündür.
Sanatların birbiriyle olan ilişkileri ve iç içe olan yapısı nedeniyle başlıklar çoğaltılabilir. Bu yazıda
bütün edebî sanatlar sıralanmaktan ziyade nüktenin belirgin olarak ortaya konulduğu başlıca
sanatlar ele alındı. Şairlerin manaya en güzel elbiseyi giydirmek için başvurduğu edebî sanatlara
nükte bağlamında temas edildi.

Divan şiirinin dili sürekli işlenen bir yapı arz eder. Dolayısıyla kelimeler, kelime grupları
ve mazmunlar herhangi bir edebî sanata ihtiyaç duymadan bir nükteyi ifade edecek zenginliğe ve
güce zaman içinde ulaşmışlardır. Bununla birlikte kullanılan her edebî sanatın ifadeye nükte
katmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Zira edebî sanatlar şairin dile hâkimiyeti, dil üzerinde tasarrufu
ve sanat icrasına bağlı olarak şiirde yerini bulur, nükteye kapı açar.

Divan şiirinde şair, dilin bütün inceliklerini bilmekle dile hâkim olur; düşünce, fikir, sezgi
ve hayali en güzel şekilde ifade etmenin yollarını arardı. Şairin hünerini göstermesi bakımından
önem arz eden edebî sanatlar, ancak ince ve zarif nüktelerle kalıcı, belirgin ve dikkat çeker hale
gelmişlerdir. Bir örnekle ifade edecek olursak, sanat ile mana arasındaki birliktelik eşya dolu bir
odaya benzerken nükte, odayı aydınlatan bir lamba görevi üstlenmektedir. Yani nükte anlatılmak
istenen düşüncenin en hızlı, keskin ve parlak bir biçimde intikalini sağlamaktadır.

Görüldüğü üzere nükte ve edebî sanatlar birbirinin tamamlayıcısı konumundadır. Hatta o
kadar bir ve bütün olarak karşımıza çıkarlar ki birbirinden ayırt etmek mümkün olmaz. Aslında
nüktenin doğrudan şiirin anlamı ile ilgili olması bu birlikteliği zaruri hale getirir. Divan şiirinin
çağrışıma açık, ince bir zekânın ürünü olan ve çözümlendikçe okuyucuya zevk veren yapısının
temel dinamiklerinden biri de dilin bütün imkânlarından yararlanılarak ortaya konulan nüktelerdir.

Hüseyin Gönel

Kaynakça ve dipnotlar için : turkoloji.cu.edu.tr

Bana Böyle Bağırma

Başka bir çocuk,
bir büyüğüne söyledi:
“Bana böyle bağırma,
yoksa sesinden bıkarım”

Olgun Arun (yaş 7)

Müzeyyen ile Ben

Gittim gördüm; şimdi artık o iskeleye eskisi gibi vapurlar uğramıyor. İsmail Hakkı yok, Panayot Usta yok, Sedat Nuri Bey yok; yazın dondurma, kışın kestane satan o sarkık bıyıklı Arnavut yok. Müzeyyen yok, ben yokum.
Ne kötü!

Tarık Dursun K. (Müzeyyen ile Ben)