Süren Harfler

Hançere dalmış bir çocuk
Harflere bakıyor
Kadere bakıyor
Elleri cebinde.
Adı Muhammed
‘Ne düşünüyorsun’ diyorum
‘Kur’an’ı düşünüyorum’ diyor
Süren harfleri
Ve kanı.

Bejan Matur

monoklinik notları 101

‘’Bilâkis biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde olanlar hep O’na aittir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet etme hususunda ne büyüklenirler ne de yorulurlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah’ı tenzih ederler. ’’ Enbiya /18-19-20

‘’Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler. ‘’ Nahl/ 61


Bismillahirrahmanirrahim.

Bu aralar diye başlayan cümleler kuracağım.

Zaman dilimi olarak ömrümün hangi kısmındayım bilmiyorum. Bu belirsizlik içimdeki bazı şeyleri öldürürken bazı şeyleri de diriltiyor. Bu aralar yıkılmış, yenilmiş, huzursuz, yorgun ve aşırı endişeli hissediyorum. Yenilgim kime karşı bilmiyorum, kimle savaşım, muhatabım kim… Yıkılacak kadar dert yok sırtımda, neden bu kırık döküklük, bu kırgınlık. Huzursuzluğumu açıklayabilirim kendime belki, yorgunluğum zaten kronik… Öyle ki bu hali toparlayıp, toparlanıyor önüme çıkan ilk engelde takılıp düşüyorum. Hadi başa saralım…

Hiçbir şey yazacak, hiçbir şey anlatacak mecalim yok. Hiçbir söylediğim bir yaraya merhem olmayacak. Bu aralar, sanki ne söylesem anlamayacak insanlar. Bu aralar bardak boş, bardağın yarısını doldurup bir müddet dolu kısma bakıyorum sonra bardak kırılıyor. Yeni bir bardak alıp tekrar yarısını dolduruyorum, sonra tekrar, sonra tekrar… ümidim de böyle seyrediyor bu aralar.

Hastama ne şikayetin var diye soruyorum, ‘’Canım ağrıyor doktor hanım’’ diyor. Canı ağrımayan var mı, diyorum. Onsekiz yaşında, daha fiziksel gelişimini tamamlamamış, sokakta top oynayıp en büyük isyanını, ergenlik nazlarını akşamları annesinin dizine döken çocuklar gelip, askerlik için sağlık raporu istiyorlar. Askerliğe elverişlidir yazıp nasıl altına imzamı atayım, diyorum. Çocuklar bütün yaz evde hapistiler, biraz hava alsınlar, denize girsinler kemikleri güneşe doysun büyüsünler diye tatile götürüp, deniz kenarında eğlendirip döndüğümde kıyıda ölü yatan yavrunun ıslak fotoğraflarını görüyorum. Kalbim çok yoruldu diyorum. Kalbim çok yoruldu.

Geçenlerde küçük oğlum ömerefeye bir sebepten kızıyordum. Yapma diyordum. Önce başını yukarı kaldırdı, sonra iki elinin iki işaret parmağını… ‘’Gökyüzü’’ diye ağlamaya başladı. Bazen ömerefenin o an yaptığı gibi, gökyüzüne bakıp konuyu değiştirmek istiyorum.

Biliyorum, dünyadaki kalbi yorgunluklarımızın ‘’ebedi istirahatgah’’ da çok tatlı bir dinlencesi var. Eğer her yorulduğumuzda bunu hatırlarsak ve ferahlatan, gönüle su serpen fırsatları kaçırmazsak. Huzursuzluğun da yorgunluğun da ümitsizliğin de şifası elimizin kalbimizin ulaşabileceği yakınlıkta. Biliyorum.

Fakat bazen, dünyanın kalbime doldurduklarını nereye boşaltacağımı şaşırıyorum.

Mutluluk odası demişim. Evet var öyle bir oda. İyi ki var. Çok şükür… Şu an elimde yeni pırıl pırıl bir bardak var. Önce bardağı dolduracağım ve billur bir suya bakıp yazacağım mutluluk odasını.

Zehra Betül

“Babamı çok mu sevdin anne?” “Sen olsaydın sen de severdin”

Eğer yaşadıklarımız kötü bir rüyaysa, rüyanın sonunu da söyleyeyim size. 2 Temmuz 1993 günü annemin gözünde yaş yerine kan vardı. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk. “Babamı çok mu sevdin anne?” “Sen olsaydın sen de severdin” dedi olanca mahcupluğuyla. Son konuşmalarımızdı bunlar.

Zeynep Altıok

Sis

Özenle boyadım ipliğini sevginin,
Gidip de bulamamanın incinmiş rengine.
Sisi gümüş bir rüzgârla tepelerden eğirdim,
Dokudum yalnızlığın bu serin kumaşını,
Sesime ayrılıklardan bir gömlek diktim.
Ölümü tastamam ezberledim de geldim,
Dilimde bu buruk türkü tadıyla
Bilmem ki buradan nereye giderim.

Sonunda kendime bir top yangın edindim,
Soluğumla besledim dudağımın ucunda.
Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
Örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri
Yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
Koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
Adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.

Metin Altıok

Telgrafhane

Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.

1952

Melih Cevdet Anday

Dünyanın işleri hep aceledir

Dünyanın işleri hep aceledir. Her zamanki gibi ayaküstü kahvaltı ediyordum. Annem yine öyle seslendi:
— Otursana evladım. Birazcık otur.
— Tamam. Gidiyorum.
— Acele etme yavrum.
Annem gözüme her zamankinden farklı, nasıl anlatsam bilmiyorum, değişik bir hüzünle baktı:
— Konuşmamız gerek.
Debelenir gibi saate baktım. Benzin almam gerek, işe yetişmem gerek, sonra yayınevine geçmem gerek…
— Ne vardı?
O an annem gözlerime hüzünle gözlerini dikip oturuyordu. Birden bire:
— Resim çektirelim.
Tuhafıma gitti.
— Niçin?
— Yakında ben öleceğim.
Annem bu sözü sanki “komşulara varıp geleceğim” der gibi tabii bir ahenkte söylemişti. Güldüm.
— Bırak anne!
Böyle söyledim ve çıkıp gittim.
Aradan iki hafta geçti ve… Geceleri uykumdan uyanıyorum, düşünüyorum. Düşünüyorum: “Sen, ey namert! Sen ey ahmak! Niçin o zaman güldün. Resim çektirecek zamanın yok muydu? İstesen bulurdun. Vaktin çok. Kitap için, gazete için, iş başında, bahçede, sokakta… Ne yani? Sen sinema yıldızı mısın? Bütün dünyanın tanıdığı bir kişi misin? İşte tomar tomar resimlerin var. Her çeşit. Her yerde. Yalnız… Annenle çekilmiş bir tek resmin bile yok.”

Ötkir Haşimov
Dünyanın İşleri / Bilgeoğuz Yayınları

Kendine Ait Bir Oda

Kadının eleştirisi karşısında duydukları tedirginliği ve bir kadının herhangi bir eleştiriyi, bir kitabın kötü, bir resmin yetersiz olduğunu ya da başka bir şeyi, aynı eleştiriyi getiren bir erkekten çok daha fazla acı vermeksizin söylemesinin olanaksızlığını da açıklar. Çünkü kadınlar gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumsuzluğu yok olur. Aynadaki görüntü son derece önemlidir, çünkü canlılığı pekiştirir. Bunu elinden aldığımızda erkek, kokaini elinden alınan bir uyuşturucu bağımlısı gibi ölüp gidebilir.
*
Yoksa öfke, gücün o bildik refakatçi cinlerinden miydi?
*
Sekiz çocuk doğurmuş bir kadın dünyanın gözünde yüz bin pound kazanmış bir avukattan daha mı değersizdi?
*
Evlilik, özellikle şövalye niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel bir açgözlülük meselesiydi.
*
Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte ise hiç görülmez. Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. Kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır. Tarih kadından hemen hemen hiç söz etmez.
*
İmzasız birçok yapıtın ardında bir kadının gizlendiğini varsayacak kadar ileri gidebilirim.
*
Her şey, dahiyane bir yapıtın bir bütün olarak ve hiç örselenmeden yazarın usundan çıkabilme olasılığına karşıdır. Genelde maddi koşullar buna karşıdır…Üstüne üstlük tüm bu güçlükleri belirginleştirip katlanılmasını daha da güçleştiren, dünyanın o meşum vurdumduymazlığı vardır. Maddi güçlükleri aşmak olanaksızdı; ama daha kötüsü, maddi olmayanlardı. Keats ve Flaubert ile öbür erkeklerin güçlükle katlandıkları dünyanın aldırmazlığı, kadınların durumunda aldırmazlık değil, düşmanlıktı. Dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor, demiyordu. Dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. Yazmak senin neyine? Her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı.
*
Kendileri için söylenenlere en çok aldıranlar, tam tersine deha sahibi kadınlar ve erkeklerdir… Yazın, başkalarının düşüncelerine mantığın ötesinde aldırmış kimselerin enkazlarıyla kaplıdır.
*
Başyapıtlar, tek ve her şeyden ayrı olarak doğmazlar; yılların ortak düşüncesinin ürünüdürler.
*
Her durumda roman, insanın iç gözünde belli bir biçimin izlerini bırakan bir yapıdır.
*
Kabaca dile getirilecek olursa, ‘önemli’ olan futbol ve spordur; modaya taşınmak, giysiler satın almak ‘önemsiz’dir. Ve bu değer ölçütleri kaçınılmaz biçimde yaşamdan yazına aktarılırlar. Eleştirmen, ‘bu önemli bir kitap’ diye düşünür çünkü savaşı ele almaktadır. ‘Bu önemsiz bir kitap’ diye düşünür, çünkü oturma odasındaki kadınların duygularını ele alıyor. Değer ölçütlerinin farklılığı, daha incelmiş biçimlerde her yerde varlığını sürdürür.
*
Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur…
*
Bir kitap art arda dizilen cümlelerden değil, bir benzetme yapmak gerekirse, kemerlere, kubbelere dönüştürülmüş cümlelerden meydana gelir.
*
Kadınlar erkekler gibi yazıp erkeklere benzerlerse, çok yazık olur; çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz? Eğitim, benzerlikler yerine farklılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?
*
İki cinsin birbirine kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu ortaokul aşamasına aittir.

Virginia Woolf – (Kendine Ait Bir Oda)

Sivas Acısı

Ben tanırım
Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas’tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var

Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı

Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi

Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye

Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde

Aziz Nesin

Güvercinleri Sevindirin

her sabah
uyandığımda,
gördüğüm düşü hayra yorarım
açmasına açarım da
göğsümün altın kafesini
korkarım
ya bu gece
güvercinler
yüreğimden başka bir ülkeye
göç etmişlerse.

çünkü, ben ilyas
hasköy’lü –
kör ilyas,
şu koca istanbul şehrinde
yenicami önünde
sanki dünyanın bütün
                açlarını
doyuruyormuş gibi
gururlanan bir sevinçle
darı satarım
savrulması için güvercinlere.

Behçet Aysan

Son Düello

Be­hçet Aysan’a

Kaybettim ömrümün son düellosunda
Şimdi ayağımın altından kayıyor dünya
Gökyüzü aklıma bir kefen oluyor
Cunda’daki mezarlığa, selvilerin altına gömün beni
Buna dayanamam, bu yalnızlığa
Döktüm ceplerimdeki yıldızları, ifademi verdim
Köprüler yıkık, kıyı yok, teknem su alıyor
Ölümün itirafçısıymışım meğer, geç anladım
Kalbimin üstüne tütün bastım
kalem yorgun, defter bitkin… dayadım alnımı masalara
Kesik bir tırnak gibi parmağımı arıyorum
Tetik çekildi artık, kurşun havada uçuyor
Bir mıknatıs olayım karanlığımda

Geldim, gördüm, yenildim… ne var ki bunda?
Ölüme bir yer açtım hayatın sofrasında
Buymuş hikmetim, elimden gelenim
Kanarmış ellerim koskoca bir suda
Mızrağım, mataram, kalkanım… kalbim…

Ahmet Erhan