Yalıoba Günlüğü

Bir bir çatlıyordu kılcal damarlar.
“mutluluktandır.” dedin.
Yeşil bir koku yayılıyordu havaya
biçilen otlardan.
Bilinmez bir yönden esiyordu meltem
bir düşten uyanmadan,
bana senden haber getirircesine.
Acemi gözlerle baktım eskimiş dünyaya:
sabahın ovada dağılan sisini gördüm,
sendin uzaklaşıp giden dağlardan dağlara.

*****
“Güzel ” anlamını yitirdi diyordu derviş
akşamın geceye dönüştüğü bu saatlerde.
Ey dünya, koca dünya, uçsuz bucaksız çöl,
oysa kendini alışmış sanırdın sen gülüne
dikenine…
Şimdi yürürken Karasu boyunca
daha Murat’ karışıp Fırat olmadan,
atının yedeğinde, aklında bilmediğin
uzaklar ve daha kavuşmadığın gece.

*********
Çıkar dağlara uzakları getirirdin bize kekiklerle
sabahları denizi sererdin önümüze olanca
maviliğiyle,
karşıda ıssız bir adanın çakıllı koyuna sığınan
korsanlar, geceleri lacivert sularda yansıyan
ateşler yakarlardı, sessizce beklerdik biz.
Kayaların ucunda yaşlı bir kadın, siyahlar içinde,
dip sulardaki yosunlara bakarak
bir zamanlar deniz kızlarından öğrendiği
şarkılar mırıldanırdı kendi kendine.

*******
Lambanın titreyen ışığında seyrederdim seni
kış için bana eldiven örerken,
Uyuya kalırdım elimde mavi kalem
boyarken harita defterimdeki denizleri.
Göller yeşil olmalı diye sayıklardım düşümde,
kamışlar sarı,
ve bembeyaz durgun suda yüzen nilüferler.

******
Bir şarkı söylerdim içimden
seven herkesin bildiği,
geleceklerin gelmediği
bir ağustos sonu.

Uzak bir yel değirmeninde
bizimle vedalaşırken yaz.

****
Bir zeytin ağacının gölgesinde,
Ağustosböceğinin sesinde,
nasıl canlanıyor şimdi
zamanın göz kırpan ışıltısında
o deniz feneri gülümseyişin.

Çevat Çapan

Kapılar Açık Kalsın

Hiç kimse buyur etmedi beni
Bu dünyada hiçbir yere
Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek
Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak
Buyrun dediler o zaman incelikle
Buyur ettiler
Ve
Buyurdum

Elimden geldiğince görevimi yaptım
Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak
Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum
Artık kapılar açık kalsın
Bundan sonra gireceklere
Şimdi dinlenmeye gidiyorum
Hoşcakal güzel dünyam.

Aziz Nesin

Kıyıdaki Ev

Kanıt aramadı hiç; kuşku duymadı.
Düşündü durdu geride bıraktıklarını,
genç ölüleri.
Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında?
İşte şu boş ahşap ev kıyıda, Rumlar’dan kalma,
o bildik sesi denizin aynı dili konuşan.
Oysa susarak geçirebilir o, kalan günlerini.
Kim sürecek şimdi bıraktığı mallarına
karşılık verilen on dönüm tarlayı,
kim toplayacak zeytinlerini yüz kırk ağacın?

Alış alışabilirsen yeniden
bu yeni rüzgâra, meraklı komşulara.
Martılar aynı martılar mı
unutmaya çalıştığın adada uçan?

Kanıt aramadan, kuşku duymadan
baktı durdu denize
onu çok uzaklardan
sağ kalanlarıyla
bu kıyıya getiren.

Cevat Çapan

Çocuklar ve Trafik Lambaları

Şehirde sonbahar sokaklarda çocuk
Kimi üç yaşında kimi beş
Kağıttan mendil satıyor gibiler
Ama değil
Para istiyor gibiler
Hayır değil
Hep aç gibiler
O bile değil
Gece neredeydiler rüya gördüler mi
En son ne yediler bilmek istemezsiniz
Hem sizin işiniz var öyle değil mi
Toplantı başlamak üzere ve daha trafiktesiniz
Bu hep böyle yıllardır ve böyle kalmayı sürdürecek
Siz bir süre sonra çekip gittiğinizde de
Trafik ve toplantılar devam edecek

Ama çocuklar biraz farklı
Gözlerine biraz derinden baktığımda
Eksilen şeyler görüyorum büyük şeyler
Ama sadece bu değil
Varil bombaları değil sadece
Kayıp babalar değil
Dünyada geriye doğru
İnsanlığın biriktirdiği her şeyden biraz
Biraz dedimse çok fazla çünkü ölçemiyorum
Artık olmayan şehirlerinde
Artık olmayan anılar
Kedilerin sesi bahçelerinin kirazı
Ödev yaparken dalıp ağzına aldıkları kurşun kalem
Artık ödev yok kalem yok heryer kurşun
Her şey yıkık ve delik deşik zaman bile
Gören var mı şimdi
Çocuğun bir sınıfta kalkan parmağını
Gören var mı
Bir zamanlar bir ay vardı tam şurada
Nereye gitse çocuk
Ay da giderdi oraya
Ay yok artık gitmek yok çocuk yok
Neler var kimse söylemek istemiyor
Burası İstanbul orası Şam
Burada çocuklar için sonsuz bir akşam
Şekersiz mi artık Şam
Yalnız şekersiz değil yalnız bu değil
Bir halk yalnızdır çocuksuzsa sokaklar

Siz hızla giderken hani birden duruyorsunuz ya kırmızıda
O sırada birkaç küçük can yaklaşıyor camınıza
Arabayı kilitleyip kendinizi müziğe verdiğiniz o an
Bir şey kırılıyor camda ama cam değil panik yok
Hasar yok kaskonuz bozulmadı
Her trafik lambasının önünde gözleri ışıklarda
Yaklaşmak için araba camlarına
Size yaklaşmak için kalbinize yaklaşmak için
Öğrenmişler nerden öğrenmişlerse duracağınızı
Daha üç yaşında gelecek bilgisi
Kayıp ve bombalanmış geçmişin yanı başında
Giden yeşil duran kırmızı
Gözleri birşeylerden kıpkırmızı
Çocuklar çocuklar çocuklar
Trafikte yeni bir kural görünümü
Kim bilir belki yeni bir haberci
Ne e-mail atabilir ne tweet
Ancak kendisini atıyor okuyabilenin önüne
Siyah ve siyah gözleriyle
Her kırmızıda tekrarlanan bir cümle
Ben buradayım Şam burada
Ben buradayım Hama Halep burada
Ben buradayım insan nerede

Ve çocuklar geldiler
Gelmiş bulundular geniş zamanlı küçük adımlarıyla
Gelmeyi sürdürüyorlar her kırmızı ışık yandığında
Gelenler burada
Gelmeyenler orada değil orada orası yok artık
Gelmeyenler iyi bildiğiniz başka bir yerde

Ne oldu Ortadoğu’da
Kuşlar sustu misketler dağıldı sokaklar yok
Sıcak ekmek kokusu ve nisanda bazı çiçekler
Gölgesi yok muydu çimlerde mutlu bir kuzunun
Bir şarkı uçmaz mıydı mavi beyaz bir evin bahçesinde sevinçle

Geri dönülemeyen bir zamanın içinde kaldı
Geri dönülemeyen bir şarkı
Büyük sessizliğimizin sonu yok
Ne oldu ki anneler ve çocuklar
Ya toprakta sessiz ya da acı içinde kaldı
Yaşananları petrolle mi açıklayacaksınız
Barbarların dijital kalbiyle mi
Kalp mi dedim hadi gülelim
Tabii böyle birşey hâlâ mümkünse

Geçelim bunları geçelim
Soğuk birşey içelim
Usta bize dört gazoz
Biri bana biri şu çocuğa
İkisi de gözlerine şu çocuğun
Sonra dört gazoz daha getir soğuk olsun
Biri çocuğun eski sokağına
Biri arkadaşı Mahmut için
Biri üzerine son yağan yağmura
Biri de gelecekteki bir pazartesi için
Sonra benim bu bitmeyen gazozumu götür dök Boğaz’a
Ege’yi geçsin Akdeniz’i geçsin
Varıp bu çocuğun kıyılarına bir şey desin çocukça

Yeşil yandı
Kimse kalmadı lambanın dibinde
Çocuktan başka
Allahtan başka

Mevlâna İdris
İzdiham

Yalnız Bir Kadın

Azize güzel bir kız. Kara kediden korkar. Şeyh Said’in karşısına oturduğunda endişeliydi. Şeyhin yabani bakan siyah gözleri, giderek artan endişeli halinden kurtulmak isteyen Azize’yi kuşatıyordu. Bakır bir kaptan yükselen tütsü kokusu Azize’nin burnunu dolduruyor, yavaş yavaş etini uyuşturuyordu.
“Demek kocanın sana geri dönmesini istiyorsun?” dedi Şeyh Said.
Azize tereddütlü bir ses tonuyla,
“Evet, bana geri dönsün istiyorum.” dedi.
Şeyh gülümsedi. Azize üzgün bir ses tonuyla konuşmasını sürdürdü:
“Ailesi onu yeniden evlendirmek istiyor.”
“Kocan sana dönecek ve bir daha asla kimseyle evlenmeyecek.” dedi Şeyh, buhurdanlığa bir parça tütsü atarken.
Vakur ve sakin sesi Azize’nin içini o denli rahatlattı ki derin bir oh çekti. Şeyhin bu durum karşısındaki sevinci yüzüne vurdu.
“Fakat bu iş çok para ister,” dedi.
Azize’nin yüzü gerildi. Bileğindeki altın bileziğe bakarak,
“Ne kadar isterseniz öderim,”dedi.
Şeyh sırıtarak,
“Küçük bir meblağ karşılığında kocana kavuşacaksın,” dedi. Sonra “Onu seviyor musun?” diye sordu.
“Hayır, sevmiyorum!” diye mırıldandı kızgın bir ses tonuyla.
“Anlaşamıyor musunuz?”
“Ailesiyle kavga ettim.”
“Göğsünde bir daralma hissediyor musun?”
“Bazen göğsümün üzerinde ağır bir taş varmış gibi hissediyorum.”
“Uykunda huzursuz edici rüyalar görüyorsun değil mi?”
“Geceleri hep korku içinde uyanıyorum.”
Şeyh Said kafasını birkaç kez sallayarak,
“Kocanın ailesi sana büyü yapmış olmalı,” dedi.
Azize korkuyla irkilerek,
“Peki, ne yapmalıyım?!” diye fısıldadı.
“Onların büyülerini bozmak on liralık tütsü gerektiriyor.”
Azize bir an sessiz kaldıktan sonra elini göğsüne uzatarak oradan on lira çıkardı ve Şeyh Said’e verdi:
“Bütün sahip olduğum bu.”
Şeyh Said ayağa kalktı, dar ve dolambaçlı sokağa bakan iki pencerenin siyah perdelerini çektikten sonra yumuşak beyaz küllerin üzerinde korların bulunduğu bakır kabın önüne oturdu. Kaba tütsü atarak, “Cin kardeşlerim ışıktan nefret ederler. Onlar karanlığı sever, çünkü evleri yerin altında.”
Odanın dışındaki gün, beyaz tenli kadındı. Güneşin sarı ışıkları sokaklarda parıldıyor, insan gürültüsüne karışıyordu. Ancak Şeyh Said’in odası karanlık ve sessizdi.
“Cin kardeşlerim kibardır. Eğer onların sevgisini kazanırsan şansın yaver gider. Onlar güzel kadınları severler. Çarşafını çıkar.”
Azize kara çarşafını çıkardı. Dar bir elbise içindeki olgun bedeni, Şeyh Said’in gözlerinin önündeydi. Şeyh Said, belli belirsiz alçak bir ses tonuyla sarı yapraklı bir kitaptan okumaya başladı. Bir süre sonra “Gel… Buraya uzan,” dedi.
Azize buhurdanlığın yanına uzandı. Şeyh Said, Azize’nin alnına elini koyarken garip tondaki kelimeleri okumayı sürdürdü. Birden Azize’ye “Gözlerini kapa,” dedi. “Cin kardeşlerim gelecek.”
Azize gözlerini kapadı. “Her şeyi unut,” diyen Şeyhin haşin ve emredici sözü yükseldi.
Şeyh’in eli, Azize’nin yumuşak yüzüne dokunuyordu. Babasını hatırladı Azize. Şeyh’in eli sert, kokusu tuhaftı. Büyük bir el. Çok kırışık olmalı diye düşündü. Şeyhin tuhaf sesi kerpiç duvarlı sessiz odada yavaş yavaş yükseldi.
Şeyh’in eli Azize’nin boynuna gitti. Azize kocasının elini hatırladı. Şeyhin eli kadın eli gibi yumuşak ve taze. Kocası, babasının bakkal dükkânında kasiyer olarak çalışıyordu. Azize’nin boynunu şefkatle okşamaya hiç yeltenmemişti. Yaptığı şey, obur parmaklarla bacaklarının etini sıkmaktan ibaretti. Şeyh, ona iki eliyle birden dokunuyordu. Elleri, Azize’nin göğsünün üzerinde, onun olgun memelerini nazikçe okşuyor, bedeninin diğer taraflarına iniyor, sonra tekrar memelere gidiyordu. Eller bu kez nezaketini kaybediyor, onları sert bir şekilde sıkıyor, Azize’yi inletiyordu. Gözlerini zar zor açan Azize, odanın boşluğuna yayılmış hafif bir duman görüyordu.
Şeyh Said, ellerini Azize’nin bedeninden çekti. Okumaya ve buhurdanlığa tütsü eklemeye devam etti. Bir süre sonra, “Şimdi cin kardeşlerim gelecek… İşte geliyorlar!” dedi.
Azizenin bedenini şiddetli bir ürperme sardı. Gözlerini yumdu. Şeyh Said’in, dünyanın ötesinden geliyormuş gibi yankılanan sesini duydu:
“Cin kardeşlerim, güzel kadınları sever. Sen de güzelsin. Seni seveceklerinden eminim. Geldiklerinde seni çıplak görmelerini istiyorum. Tüm büyüleri senden uzaklaştıracaklar.”
Azize panik içinde “Hayır… Hayır!” diye fısıldadı.
Şeyh, kararlı bir ses tonuyla hemen karşılık verdi:
“Eğer seni sevmezlerse canını yakarlar.”
Azize, bir defasında sokakta gördüğü bir adamı hatırladı. Yaralı bir hayvan gibi ses çıkarmış, yere serilmişti. Ağzında beyaz köpük, kollarını bacaklarını boğulurcasına hareket ettirmeye başlamıştı.
“Hayır… Hayır… Hayır.”
“Şimdi geliyorlar!”
Tütsünün kokusu artarak yoğunlaştı. Azize duyulabilir bir şekilde soluk alıp vermeye başladı. Şeyh Said birden fısıldadı: “Gelin mübarek mahlûklar, buyurun gelin!”
Azize, belli belirsiz gülme sesleri ve anlaşılmayan kelimeler duydu. Cüce şeklinde çok sayıda yaratığın odayı doldurduğunu düşündü. Tüm açma çabalarına rağmen gözlerini açamadı. Yüzünü sıcak sıcak nefesler yalayıp geçti. Bir ağız, alt dudağını kavrayıp obur bir şekilde bastırdı.
Çıplak sırtının altındaki kilim sertti. Tütsü dumanları toplanıp onu kolları arasına alan ve öpmeleriyle uyuşturan bir adama dönüşüyordu. Amansız bir ateş kanında dolaşırken ağız, dudağını bırakıp bedeninin diğer bölgelerine yöneliyordu. Azize, nefes nefese ve hareketsiz. Korkusu dağılıyor. Yavaş yavaş yeni bir haz veren esrik bir halin tadına varıyordu. Ohh!
Gülümsüyor. Gülüyor. Beyaz yıldızlar, masmavi bir gökyüzü, sarı ovalar ve kızıl ateşten bir güneş gördü. Azize uzaktaki bir nehrin şırıltısını duyuyor. Nehir. Uzakta. Ama artık uzakta olmayacak. Neşeyle gülüyor. Hüzün koşarak ondan uzaklaşan bir çocuk. O, şimdi büyük bir çocuk. Komşunun oğlu onu öpüp kucakladı. Hayır… Hayır! Ayıp. Evin kapısında dururken kendisine ekmekleri veren fırıncı çırağı elini uzatıp küçücük memesinin ucunu sıkmıştı. Canı yanmıştı. Kızmıştı. Heyecanlanmıştı. Nerede eli? İşte onun eli yeniden bedenine sahip oluyor. Gerdek gecesinde çığlık atmıştı. Şimdi çığlık atmıyor. Annesini, kanlı bir bezi meraklı akrabalarına gösterirken gördü. Yüzünü büsbütün saran bir sevinçle bağırıyordu: “Benim kızım kızların en şereflisi! Düşmanlar öfkeden kudursun!”
Azize, sarı tarlalara geri dönüyor. Susuz tarlalara. Bulutlar yükseklerde. Güneş, Azize’ye yaklaşan bir ateş. Kıvranıyor Azize ve şiddetli bir ateşin yakıcılığının sarhoşluğuyla olduğu yerde yığılıp kalıyor. Güneş yaklaşıp kana sızan bir ateş. Kaçmaya çalışmıyor Azize. Sarhoşluğu katlanıp katlanıp doruğa ulaşıyor. Tam bu anda yağmur boşaldı. Bütün bedeni titredi.
Şeyh Said, bir süre sonra Azize’nin çıplak bedeninden uzaklaşıp pencerelere yöneldi. Perdeyi açtı. Günışığı bir anda odaya aktı. Azize’nin beyaz teninin güzelliği parlayan ışıkla ortaya çıktı.
Azize hareket etti. Yavaşça ve ihtiyatla gözlerini açtı. Birden gün ışığını fark etti. Panik içinde ayağa kalktı. Şeyh Said “Korkma,” dedi “Cin kardeşlerim gittiler.”
Azize, bitkin bir halde ve utanarak eğilip elbiselerinden ilk parçayı aldı. Hareketsiz ve gözleri kapalı uzun bir süre öyle uzanmış olmayı ne çok isterdi!
Şeyh Said, elinin tersiyle ağzını silerek, “Korkma! Gittiler” dedi yeniden.
Azize’nin gözlerinden gözyaşları süzülürken sokaktaki bir seyyar satıcının sesi yükseldi. Ölmeyecek umutsuz bir adamın ağlamasını andıran bir sesti.
Birkaç dakika sonra, Azize dar, uzun ve dolambaçlı sokakta yalnız başına yürüyordu. Başını kaldırıp hevesle yukarı baktığında tek bir kuş bile görmedi. Gökyüzü mavi ve boştu. Hevesle başını yukarı kaldırdı ancak, uçmakta olan hiçbir kuş bulamadı. Gökyüzü, boş maviydi.

Zekeriya Tâmir
Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin
Kaynak: mehmethakkisucin.com

Tanrım Konuş Benimle

Adam fısıldadı: ”Tanrım konuş benimle.”
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
”Tanrım konuş benimle.”

Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.

Adam etrafına bakındı ve,
”Tanrım seni görmeme izin ver” dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.

Ve yüksek sesle haykırdı:
”Tanrım bana bir mucize göster.”
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.

Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
”Dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!”
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı…

Halil Cibran

Aralıksız Bir Acı

Bir gözyaşı her düştüğünde belleğe
Yürek sızlar
Yarın düşecek olanların
Endişesiyle.

Hulûd el-Mualla
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin

Kardeşim

Kardeşim! Savaştan sonra haykırsa bir Batılı zaferini
Yad etse ölenlerini, övüp-yiğitlerinin barbarlığını
Sen türkü yakma galiplere, hor görme mağlupları
Eğil benim gibi suskun, yüreğin kan ağlasın
Kara bahtına ağlayalım ölülerimizin

Kardeşim! Bir er dönse yurduna savaştan sonra
Atsa bitkin bedenini dostlarının kollarına
Sen dost arama boşuna dönersen yurduna
Alıp götürdü açlık sırdaşlarımızı
Geriye kalan ölülerimizin hayaletleri

Kardeşim! Ekip biçse çiftçi yeniden toprağını
Yeniden yapsa onca zaman sonra topun yıktığı kulübesini
Artık kurudu çaylarımız, yıkık dökük ocağımız
Bırakmadı düşman toprağımızda dikili hiçbir şeyi
Geriye kalan bize ölülerimizin leşleri

Kardeşim! Olan oldu, istemesek olmazdı
İsteseydik başa gelen çekilmezdi
O halde ağıt yakma, elin kulağı duymaz sesimizi
Gel de bir hendek kazalım kazma kürek
Gömelim ölülerimizi tek yürek

Kardeşim! Biz kimiz? Ne yer, ne yâr, ne diyar
Uyumak, uyanmak alnımıza kazınmış ar
Dünya çürüttü bizi, kokuşturdu ölülerimizi
Gel kazalım başka bir hendek, al eline bir kürek
Gömelim ölülerimizi tek yürek

Mihail Nuayme
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin
Kaynak: mehmethakkisucin

Mehtapta Hüzün

Ey onun gözlerinden gelen ilkbahar
Ey mehtapta seyahat eden kanarya
Beni ona götür
Bir aşk şiiri veya bir hançerin saplanışı
Yurtsuzum ve yaralı
Yağmuru seviyorum, uzak dalgaların iniltisini
Derinliklerinden uyanırım uykunun
Düşünmek için günlerin birinde gördüğüm şehvetli bir kadınının dizini
Müptelası olmak için şarabın ve şiirin
De ki sevgilim Leyla’ya
Sarhoş ağızlı, ipek ayaklı
Hastayım, hasretim ona
Yüreğimin üzerindeki ayak izlerine bakıyorum.

Şam… Ey tutsakların pembe vagonu
Uzanmışım odamda
Yazıyorum, düş kuruyorum, gelip geçenlere bakıyorum
Yüce göğün kalbinden
Çıplak etinin titreyişini duyuyorum.
Yirmi yıldır dövüyoruz çelik kapılarını
Yağmur ıslatıyor elbiselerimizi, çocuklarımızı
Paralayan öksürüğe boğulmuş yüzlerimiz
Veda gibi hazin görünüyor, verem gibi sarı
Ve vahşi steplerin rüzgârları
Feryadımızı taşıyor
Sokaklara, ekmek satıcılarına, ajanlara
Vahşi atlar gibi koşuyoruz tarihin sayfalarında
Ağlıyoruz, titriyoruz
Rüzgârlar geçiyor, portakal rengi başaklar
Çarpık bacaklarımızın arkasından…
Ve ayrıldık
Koşuşturan yıldızlardan bir fırtına dövünüyor
Soğuk gözlerinde
Ey buruşuk sevgili
Öksürük ve mücevherle kaplı bedenin sahibi
Benimsin
Bu hasret sana, ey hasretin kinleri!

Göç etmeden önce
Bir kadınla yattım ve bir şiir yazdım
Geceye, güze, sindirilmiş uluslara
Öğlenin sarı güneşinin altında
Başımı yaslardım pencerenin zülüflerine
Gözyaşını bırakırdım
Sabah gibi ışıldardı, çıplak bir kadın gibi
Eskilere dayanır tanışıklığımız: Ben, hüzün ve kölelik
Uzak suskun bulutların yakınında
Yüzlerce çıplak kirli göğüs görürdüm
Dikenden bir nehre sürüklenen
Mavi hüzünlü gözlerden bir bulut
Bakışlarını bana dikerdi
Dudaklarımın üzerine çömelen tarihle.

Ey hüznün uzun bakışları
Ey küçük kan kabarcıkları, ayılın
Seni görüyorum burada
Yarıya indirilmiş bayraklarda
İpek elbiselerin kıvrımlarında
Yürüyorum kumral şimşek gibi kalabalıkta
Duru göğünün altında
Geçiyorum ağlayarak ey yurdum
Nerede tütün ve kılıç yüklü gemiler
Bir saltanatı fetheden cariye
İki ılık kadın gibi iri gözleriyle
Bir kadının göğsündeki uzun bir gece gibisin ey vatanım
Ben burada yabancı meçhul bir hayaletim
Parfümlü tırnaklarımın altında
İhtiyar onurun duruyor
Çocukların gözlerinde
Gece seyahatine çıkıyor bitkin kalbinin atışları
Gözlerimiz buluşmayacak artık
Yeterince şiir okudum sana
Uzanıp bakacağım uzaktaki kırmızı bir karanfil gibi
Vatanı olmayan bulut gibi.

Elveda ey sayfalar, ey gece
Ey erguvani pencereler
Yüksek kurun darağacımı günbatımı
Yüreğim sakinken güvercin gibi…
Bir tepenin mavi gülü gibi güzel
Ölmek istiyorum bulanarak
Dolu dolu gözyaşlarına
Yükselsin diye boğazlara kadar bir kere de olsa
Harflerle doluyum, kanlı başlıklarla
Çocukluğumda
Altın çizgili bir cilbap düşlerdim
Hurma bahçelerini, taşlı tepeleri yağmalayan bir at
Şimdiyse
Dolaşıyorum aylak aylak lambaların ışıkları altında
Sokaktan sokağa geçiyorum hayat kadınları gibi
Geniş bir suçu arzuluyorum
Beyaz bir gemi taşıyor beni tuzlu memelerinin arasından
Uzak diyarlara
Her adımda bir meyhanenin ve yeşil bir ağacın olduğu
Ve melez bir genç kız
Yapayalnız sabahlıyor susamış memeleriyle.

Muhammed el-Mâgût
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin
Kaynak: mehmethakkisucin.com

Bir Şarkıya Ağıt

Şöyle yazdı kadın:
İşe yarayacak bir şey yok sende
Metruk bir yolsun sen
Bir atın kuyruğuna bağlı bir sayı
Soğuk bir kabir
Ateşe terk edilmiş
Kabuğu soyulmuş bir ağaç çölde
İğnesi olmayan bir ip
Çalanın ellerini kendine çeken yanan bir kapı

Güneşin selinden titreyen bir kuş
Sessiz bir harf
Bir güvercinin gerdanlığından yitirilen kitap
Uzlette noktasını arayan yazı
Bulutlarda yüzen çıplak bir dağ
Bir kadının terk ettiği loş ayna
Bir şarkıya ağıt
Bir ipek sönmüş çınlaması

Sordum:
Nereye götürecek beni kapalı kapı
Bir omuz silkişiyle mi kurtulur adlar
Noktasından kaçar mı virgül
Veya iç çeker mi gökyüzü beynimin üzerinde.

Geri döneceğim tempoya
Annemden miras aldığım sessizliğe
Kendimi kurtaracağım seni görmekten
Ruhumu alıkoyacağım konuşmaktan
Adının
Bir harfini.

Ahmed eş-Şehavi
Çeviri: Mehmet Hakkı Suçin