SADAKATE DAVET

Ve, kadına şöyle diyordu

gülerek (gölgedeki yüzünde
belli belirsiz bir gülümsemeyle),
şöyle diyordu:

-Neden bunca yıl sonra
zinciri kırmak?
Neye yarar eski acıların yerine
yeni sıkıntılar koymak?

Dostum, hiçbir şey
bizim için yeni olamayacak belki de.
Eski şefkatin kendine has
büyüsü sürecek yine de.

Süregelen ve yaşama
karşı koyan aşka,
gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu
uzak şeylerden başka.

Dönüşsün aşkımız
sakin bir öğleden sonraya,
uçuşsun saçların
rüzgarsız havada,

güllerin içinde,
güneşte, dalga dalga.
Menekşe elim
konuyor şakağına;
ve, çiçeklerimin arasında
eğilince alnın,
kalbim hissediyor tümünü
senin gizli acılarının.
Konuşmuyorum seninle.
Tanıyorum gölgesini sıkıntının,
bazı bıkkınlıkların
ve işkence eden ağırlığını etin,

nemli sisi de: Ruhu
uzun günlerce sıkıntıya boğan,
düşünceler olmaksızın:
Ah, işte, yine aynı acılar!

Konuşuyorsan eğer, ara sıra,
biliyorum ki kalbin uzakta,
sana ‘Dinle’
diye yineliyorum boşuna.

-Peki neden, bunca yıl sonra
zinciri kırmak?
neye yarar eski acıların yerine
yeni sıkıntılar koymak?

Sevmek, sevmek yine,
bir zamanlar sevdiğimiz gibi,
söylemek yine, o sözcükleri,
duymak onları, beklemek

aynı sıkıntıyla zamanın gelmesini,
dönüştürmek soysuz davranışları
o göksel iççekişlerle,
yıldızlardan

güllere, o rüyaları dokumak,
ve sonunda varmak o bıkkınlığa,
ulaşmak her hissin
bilindik sınırına…

İster misin yani
kadere meydan okumak?
Hiçbir şey, ölüm dışında
bizim için yeni olmayacak.
O halde sadık kalalım
eski aşkımıza!
Namusunun tüm peçeleri
olmuş zaten paramparça;

ve hiçbir kucaklama,
artık hiçbiri yabancı değil sana.
Ulaştı sarhoşluğumuz
güneşe ve aya.

Peki, yine de,
ne derin b,r büyü var bu
ıssız ormanında
anıların,

usulca ulaştığı rüyamızın:
rüzgarsız havada
yükselen hafif dumanından
buhurdanın daha da yavaş.

O halde sadık kalalım
çünkü ne çok güldük,
ne çok ağladık
bu değişmez gökler altında!

Süregelen ve yaşama
karşı koyan aşka,
gelmez hiçbir şey daha tatlı ve hüzün dolu
uzak şeylerden başka.

Ve ben seviyorum o uzak şeyleri
buğulu gözlerindeki.
Uzak manzaralardaki
buğulu gölleri sevdiğim gibi.

Ya sen, bırakacak mısın
sonunda, terk edilmişliğe
artık varolmayan şeyleri,
artık hiç olmayan şeyleri!

Gabriele D’annunzio

Çeviren: Müge Yüksel

İçimizdeki Soğukluğa

Titrek el ve yüreğimde
tek korkum
Aşkın bir sığınağa dönüşmesiydi
Uçuş değil, kaçış olmasıydı.
Ey AŞK, ey AŞK!
Mavi yüzün görünmüyor

***

Arhk aşk
İçimizdeki soğukluğa
alev coşkusu değil
yaramızın sızısına uyuşturucu bir merhem
Ey AŞK, ey AŞK!
Kızıl yüzün görünmüyor

***

Güçsüzlük üzerine
karanlık tozlu avuntu
ve huzurlu kurtuluş
varlığın kaçışına.
Mavinin huzuruna
Karanlık
Ve erguvan üzerine
EY AŞK, EY AŞK!
Yeşil yaprakçık
tanıdık rengin, tanıdık yüzün görünmüyor.

Ahmed Şamlu

Karanlığın Türküsü

Sabahın külrengi ufkunda
Süvari
sessizce duruyor
ve atının uzun yelesi
Rüzgarda savruluyor.

Tanrım, Tanrım!
Hadise uyanldığı zaman
Süvariler
böyle durmamalılar.

Yanmış çitlerin kenarında
Genç kız
Sessiz duruyor,
Ve rüzgarda dalgalanıyor

İnce eteği.
Tanrım Tanrım!
Kızlar böyle suskun durmamalılar,
Erkekler yaşlanırken
Umutsuz ve yorgun.

Ahmed Şamlu

Ayna Bahçesi

Elimde bir kandille,
yüreğimde bir kandille:
Karanlık’ta savaşmaya
gidiyorum
yorgunluk beşikleri bırakmış
gelip gitmelerin keşmekeşini
ve güneş derinden
kül olmuş samanyollarını
aydınlatıyor.
dolunun bulutları tohumlandığı an
yıldırımın asi çığlığı
duyulur.
ve asma’nın sessiz sızısı:
kıvrım kıvrım uzun dallarının
ucunda filizlenirken
küçük koruklar

***

Tüm çığlığım sıkıntıdan
kurtulmak içindi,
çünkü ben en korkunç gecelerde, güneşi
ümitsiz dualarda
Sen güneşlerden, seherlerden
gelmişsin.
talep ettim.
Sen aynalardan ipeklerden gelmişsin

***

Ateşin ve ilahın olmadığı bir boşlukta
Senin bakışını ve itimadını ümitsiz
Dualarda istedim.
İki ölüm arasında
İki yalnızlığın boşluğu arasında bir esinti
senin bakışın ve güvenin
böyledir,
Senin sevincin acımasız ve uludur.
Nefesin benim boş ellerimde, nağme ve
yeşilliktir.

***

Elimde bir kandille
Gönlümde bir kandille ayağa kalkıyorum
Ruhumun pasını gideriyorum
Senin aynanın karşısına bir ayna bırakıyorum
Senden ebedi bir varlık yaratmak için

Ahmed Şamlu

Ölümün Böylesi

Akasyaların rüyasında ölmek istiyorum.
Yavaş esen rüzgarda
-İkilem arasında gidip gelerek.
Akasyaların rüyasında ölmek istiyorum.

Atlas çiçeklerinin ağır soluğunda

ölmek istiyorum.
yazın ıslak ve sıcak bahçelerinde.
günbatımının ilk saatlerinde
atlas çiçeği soluğunda
uçmak istiyorum.

Göğsümde hançer yarası
süsen gibi açsa da.
akasyaların rüyasında ölmek istiyorum
atlas çiçeklerine geçit olmak istiyorum.
-son fırsatta-
akşam vakti, saat yedide.

Ahmed Şamlu

Nazlı’nın Ölümü

Nazlı! İlkbahar gülümsedi ve erguvan açtı.
Avludaki yaşlı yasemen bile çiçek açtı
inat etme!
uğursuz ölümle uğraşmal
var olmak, olmamaktan daha iyidir,
hele ilk baharda.
Nazlı konuşmadı,
başı dik
Yiğitçe sustu ve gitti.

Nazlı! Konuş!
Suskunluk kuşu aşiyanda
dehşet bir ölümün üzerine kuluçkaya yatmış.
Nazlı konuşmadı.
güneş gibi
karanlıktan geldi. Kan kırmızı oldu ve gitti.

Nazlı konuşmadı
Nazlı yıldızdı:
Bir an bu karanlıkta parladı ve gitti.
Nazlı konuşmadı
Nazlı menekşeydi
Çiçek açtı, kışın bittiğini müjdeledi ve
gitti …

Ahmed Şamlu

• Nazlı: Politik görüşleri sebebiyle Şah döneminde idam edilen yazar ve düşünür.

İştar’a Yakarı

Yalvarırım sana tanrıçalar tanrıçası,
İstar, ölümlüler ecesi, kılavuzu insanların!

En ulusun sen, güçlüsün, yücedir adın.

Ey yerlerin, göklerin ışığı işit iniltilerimi!

Gör nasıl çırpınıyorum

Kötü rüzgârda kalmış bir deniz gibi.

Yardımıma gel, uzaklaştır benden

kötülüğümü isteyenleri.

Babil – M.Ö. 2000

Sabâhın sinlere vardum gördüm cümle ölmiş yatur

Sabâhın sinlere vardum gördüm cümle ölmiş yatur

Her biri bî-çâre olup ‘ömrin yavı kılmış yatur

Vardum bunlarun katına bakdum ecel heybetine
Niçe yigit murâdına irememiş ölmiş yatur

Yimiş kurd kuş bunı keler niçelerün bagrın deler
Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur

Topraga düşmiş tenleri Hakk’a ulaşmış cânları
Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatur

Esilmiş incü dişleri dökilmiş saru saçları
Bitmiş kamu teşvişleri Hak varlıgın almış yatur

Gitmiş gözünün karası hîç işi yokdur turası
Kefen bizinün pâresi sünüge sarılmış yatur

Yûnus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur

Yûnus Emre

Zavallı Baba

On on iki senedenberi pek yakın vakte kadar görürdüm:

Yazın — Boğaziçi’nde ise — ekseriya Tarabye’de, Kalender’de, Yeniköy caddesinde — Büyükada’da ise — ekseriya büyük tur yolunda, Hristos çamlığında, Maden ve Ayanikola civa­rındaki kumluk sahillerde, hemen daima tenha mevkilerde, kışın Beyoğlu’nda, ekseriya Nişan­ taşı, Şişli cihetlerinde, bazen Taksim bahçesinde, Taşkışla önünden Gazhaneye giden o tenha yolda, ara sıra da köprü üzerinde daima beraber görürdüm.

Son zamanlarda bunlar -biri artık ihtiyarlık çağına varmış, diğeri ise sahavet mevsimini geçirerek ahdi şebabın devrei ulâsına henüz girmiş- iki vücut idi ki biri birinin gölgesi gibi biri birinden ayrılmazdı.

Üç beş sene mukaddem bir tesadüf bunların baba ile oğul olduklarını bana bildirmişti. Ondan sonra her tesadüf ettikçe hâlü hareket­lerine, muamelelerine bir hiss-i takdirü tes’it ile dikkat eder oldum.

Baba senelerden beri it’ab olunmuş bir beynin endîşe-i muhâkemât-ı rûzmerresini tercümeden artık tamamıyla âciz görünen yorgun, dalgın, hun-âlûde gözlerinin bakiyye-i nûr-ı hayatile ikide birde oğlunun vücudünü tekmil ihata etmiye çalışır.. Oğul, bu temâ-ı nûr-ı iştiyâk ile okşandığından mütelıassil mahzuziyetini imâ eden mağrur bakışlarile etrafını süzerek yoluna devam eder.

Renkler biribirine benzemez: Baba sarı, oğul ise karaya yakın kumraldır. Fakat müfrit denecek bir asabiyet-i mizâc, bir ciddiyet-i mişvar, bir iptilâ-yı tefekkür gerek babanın, gerek oğlun… hususa oğlun sîmâ-yı hazîn-i hayâtına müntabi’dir.

Bunlar az lâkırdı ederler.. Lâkırdıya en evvel başlıyan da mutlaka babadır. Konuşurlarken pek nadir olarak ikisinin de mağmum çehrelerinde – kat kat muzlim bulutlar altından fırlıyan şimşek gibi- hafif birer emâre-i ibtisâm görünür ki derhal zail olur.

Baba da oğula karşı mevcut olan iptilâyı ezelî-i ruh, alâka-i ebediye-i kalbiye hiçbir nazarı dikkatten mestur kalmıyacak derecede şiddetli ve ateşlidir. Bunun o yorgun, o dalgın nazarlarının bakiyye-i nur-ı hayâtında dem-be-dem nümayan olan inkisâr-ı bi-tâbî, bunun o serî’ül-intifa ibtisamatında gizlenmek istiyen arzû-yı bedihî-i bükâ imâ eder ki kem-terim ve nâ-tüvân bir emel-i hazin ile kahhar ve bî-amân bir endişe-i hâşine ma’reke-i heycâ olan ruh ve kalbi daima giryan-ı melâl, daima hûn-çekân-ı infiâldir. Mamafih oğluyla daima bera­ber bulunmak onu mes’ut eder gibi idi.

Şimdi biraz vakitten beri artık bunlara hiç­ bir yerde tesadüf etmiyordum. Bu mart ayı içinde bir sabah Büyükada’nın Hıristos orma­nına çıkarken ihtiyar babayı yalnız gördüm. Elindeki kalın bastona dayanarak yokuşaşağı ağır ağır iniyordu. Renginin uçukluğu, harekâ­tının bataeti, halsizliği, mecalsizliği ile beraber simasının keder-âlûdeliği, siyahlara müstağrak kıyafetinin perişanlığı kendisinin hastalığından ziyade musibet-zedeliğini hatıra getiriyordu.

Bu zavallı babayı bu hale getirecek musibet ne olabilirdi? Bunu düşünmiye vakit kalmadı, karşı karşıya geldik. Kendisini bir aşinayı kâdim gibi selâmladım. Ve gördüğüm hüsn-i mukâbeleden cesaret ala­rak, bilmem nasıl bir hissi tefahhusun ibramile: “Küçük refikinizi bugün beraber almamışsınız..” dedim. O anda zavallının her vakitten pek ziyade kızar­mış gözlerinden fırlıyan iki büyük katre-i te’es­sür sapsarı çehresinden aşağı yuvarlanırken bana cevap verdi:

Nijad’ı mı soruyorsunuz? O öldü…

Recaizade Mahmud Ekrem
Nijat Ekrem ve Tefekkür
Umuttepe Yayınları

Mersiye

Mersiye birinin ölümü üzerine duyulan teessürü ifade etmek için yazılan manzumedir. Mersiyelerde şart olan te’sîrin gösterilebilmesi için, yürekten müteesir olmuş bulunması lâzımdır. Öyle olmazsa mersiye diye yazılan o mısrâların mezâr taşlarını karalayan ısmarlama ölüm târihlerinden farkı olmaz.

Hemşirezâdem Fatma Vediatullâhın irtihâli dolayısıyla yazdığım tarihli bir mersiye:

Makdem-i sa’d-i meserret-bahşı hâher-zâdemin
Şevk-i diger verdi de kalb-i sürûr-âbâdıma
Beş vakit âmin ile yâd eylerim târihini
Hıfz-ı kuds-i Kadire olsun Vediâ Fâtıma

h. 1325

Kıt’asiyle doğduğun tarihi yazmışdım senin
Şimdi zabt etmek ne müşkil irtihâl-i ahzenin

Vâlid-i gurbet-karârından emânettin bana
Ben (Vedia) ismini vermiştim evlâdım, sana

Sen idin bir sermedi feyz-ı- bâhârı ömrümün
Çehre-i- sâfındı dâim neşvezarı ömrümün

Ey samîm-i rûhumu tenşît eden dilber melek;
Gıbta etti mânevî ezvâkıma zâlim felek

Pençesi bir derd-i bî-dermânın oldu dil-hirâş,
Kıldı gülbün kamet-i vâlânı mecbûr-i- firâş

Bir devâdan âfiyet kesbetmedi derd-i rien
Olmadı bir vechile kabil helâs ü tebrien

Bir hazânî renğ çökmüşken ruh-i gül-gü-ûnuna
Güller açtı öksürük herdem leb-i pür-hûnuna

Doğdu da Allâhına kalbinde eşvâk-ı suûd
Mahz-i rûh oldun tamamen, eyledın mahv-i vücûd

Vermemiştin bir zaman sen ruhsat-i gaflet dile
Azm-i- vahdet eyledin ezkâr ile, tevhîd ile

Ey benim çarh-ı fenâdan âfil olmuş yıldızım,
Hâline ârâm-i kalb ü rûh olan öksüz kızım,

Rihletinden anladım ki hâtırın gafil değil
Cismin âfil olsa da rûhun senin âfil değil

Adn’e uçtun sen de biz kaldık peyinde kaygulu
Bister-i gufrânda artık istirâhat et, uyu

Dâgdâr-i hasret oldukça dayın didârına
Hâk seni meclâ-yi eltâf eylesin envârına

Düşdü bir târîh, kayde mevt-i süziş-nâkini
Ceddenin âguşu yavrum, sardı cism-i pâkini (*)

h. 1347

(*) Merhume, büyük annesinin kabrine gömülmüştü.)

Tâhirü’l-Mevlevî