Sevgi

1960’ların sonlarında bir gün Amsterdam sokaklarında yürürken bir an gözüm kapısı açık bir pub’ın içerisine takıldı. Bir müzik makinesine dayanmış iki genç, o yıllarda gözde olan “All you need is love!” adlı bir Beatles melodisini kendilerinden geçmişçesine makineyle birlikte haykırıyorlardı. Hallerinde öyle bir şey vardı ki onlara bakarken hüzne benzer bir duygu yaşamıştım. Bir an süren bu yaşantımı sonradan anlamaya çalıştığımda, sevgiye duyulan ihtiyacı haykıran bu insanların yüzlerindeki maskeleşmiş gülümsemenin altındaki umutsuzluğu algılamış olduğumu fark etmiş ve önce sevgi, sonra yaşam yalnız çocukların hakkı diye düşünmüştüm. Çünkü yetişkinler dünyasında sevginin insanın kendini var edebildiği yerde yaşandığına inanıyorum, kendiliğinden ve çoğu kez adını koymaya da gerek olmadan.

Durgun ve karamsar bir anımızda bir yakınımızdan sıcak ilgi görmek içimizi ısıtır, kendimize ve dünyaya daha olumlu bakmamızı sağlar. Ama bir süre sonra kendimizi var etme sorumluluğu ile yeniden yüzleşmemiz gerekir. Sevgi denilen, adı var tanımı yok bir olguyu “ithal ederek” yaşamaya çalışmanın, insanın kendisini pazarlamasını ve benliğine yabancılaşmasını içeren bir bedeli de olduğu genellikle görmezden gelinir. Anlaşılabilme ve hissedilebilme, yerini ilgi görme ve beğeni toplamaya bıraktıkça, yaşam üretme potansiyeli de giderek kullanılmaz olur ve insan kendisini nasıl çıkacağını bilemediği bir kısır döngünün içinde bulur.

Yıllar sonra Ankara’da katılmam gereken bir kutlama yemeğinde sahneye çıkan şarkıcının acı çekiyormuşçasına söylediği “Bir sevgi istiyorum” adlı şarkıyı dinlerken, Amsterdamlı gençleri bir kez daha hatırladım. Sonra da, “Biri sevgi istiyorum diye gerçekten böyle ortaya çıksa sanırım çoğu insan kaçar!” diye düşündüm. Ama dinleyenlerin çoğu şarkıya aynı coşkuyla katılmaktaydılar ve melodi kadar sözlerle de özdeşleştikleri belliydi.

Tedaviye gelen biri bir gün, “İhtiyacım olan tek ‘şey’ sevgi! Çevremdekiler bunu bana veriyor olsa hiçbir sorunum kalmazdı!” sözleriyle isyan ettiğinde, ona, “Peki ama size göre, verilmesini istediğiniz o ‘şey’ ne?” diye sormuştum. Çünkü konuşmasının tonlaması sevgiden bir nesneymişçesine söz eder gibiydi. Sevgiyi alınan ve verilen bir nesne gibi algılamak Batı etkisindeki kültürlerde sık gözlemlenen bir olgu. Erich Fromm kitaplarında bundan çok söz eder. Ama vaktiyle tatilimi geçirdiğim bir güney kasabasında o yaz çok sık duyduğum ve “Ben sana sevmeyi öğretemedim” sözlerini içeren şarkıdaki mesaja başka kültürlerde kolay rastlanacağını sanmıyorum.

Herkesin istediği ve klişeleşmiş bir sözcük içine sıkıştırılmış bu “şey”in, aslında her insana göre farklılıklar gösteren bir anlam taşıdığını sanıyorum. Çocukluk yıllarından alacağı olmayan bir insan düşünemiyorum. Çoğumuz bunun bıraktığı boşluğun yetişkin yaşamımızda giderilmesini bekliyoruz, özellikle de yakın ilişkilerimizde. Kimimiz, geçmişten kaynaklandığını bilmeksizin yaşanan bu boşluktan ötürü yetişkin yaşamımızı paylaştığımız kişileri sorumlu tutar, hatta onları suçlarız.Oysa bir insanın diğerinin yaşamına tek yönlü katkıda bulunması yetişkinler arası ilişkilerde zaman ve durumla sınırlanan ve sürekli yaşanması mümkün olmayan bir olgudur. Bu nedenle, verilemeyeni ve artık verilmesi mümkün olmayanı beklemekte direndiğimiz oranda yaşamı da durdurmuş oluyoruz.

Öyle olur ki, bazen karşımıza çıkan birinin bu boşluğu giderecek güce sahip olduğuna inanırız. O kişinin savunma sistemi kurtarıcı tavırları içerdiğinden ya da onun öyle olduğuna kendimizde inanmak istediğimizden. Ama çoğu kez yanılsamamızı bir süre sonra fark eder, onun da bizim beklediğimizi beklediğini kabul etmek zorunda kalırız. Yaşatılma beklentimizi “şey” olarak görür, dolayısıyla kendimizi de “şey”e indirgemiş oluruz. Günümüzde birçok yakın beraberlik “şeylerin ilişkisi” olarak yaşanmakta. Güvenceye yönelik bir dayanışma temeli üzerinde sürdürülen bu tür “şirket ilişkileri” genellikle pek uzun ömürlü olmuyor ve günümüzün şeyler dünyasındaki seçenek bolluğu nedeniyle yeni yanılsamalara yöneliniyor.

İnsanları şeyler olarak görmek, onları kullanma eğilimiyle yaşanır. Ama kullanmaya giden kullanılır, bu tür ilişkilerin doğası gereği. İnsanlar genellikle de bu olgunun yalnız ikinci yarısını algılamayı yeğler, kullanılmış olmaktan ötürü yakınırken kendi amaçlarına dürüstçe bakmaktan kaçınırlar. Çünkü kendisini “şey”e indirgemiş olma sonucu yaşanan varolamama suçluluğu ile yüzleşmek insana ağır gelir.

“Geçmişten taşıyıp getirdiğimiz bu vakumu gidermek ve kendimizi şeyler dünyasına indirgememek nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı, kendimizi durum olmaktan çıkarıp bir süreç olarak yaşama çabalarını içerir. Tabii üst sistemlerin bireyi şeye ya da duruma indirgeme yolundaki baskısının da bu olguyu karmaşıklaştıran bir etken olduğunu göz önünde tutarak. Bu sistemlerin şartlandırdığı yönde “bir şeyler yaparak” varolmanın ısmarlanabileceği yanılgısına çok alışmış olduğumuzdan, varolmanın doğal sonucu olarak da bir şeylerin yapılabileceği düşüncesi ilk bakışta fazla soyut görünebilir. Çünkü tek seçeneğimizin bir durumdan bir başka duruma dönüşme olduğuna şartlanmış varlıklarız.

Yaşama anlam katabilme gücü, yaşamın anlamsızlığını kabul etme yürekliliğiyle etkinlik kazanır. Ama çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşmektense, kendisine yabancılaşma pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp saklanmayı yeğler. Yaşamın anlamsızlığıyla yüzleşmek yerine yaşamın anlamsızlığını tartışır. En azından üst sistemlerin beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirmesinin her zaman mümkün olamayacağını tabii ki kabul etmek gerekir. Ama sanırım önemli olan, kendimizi ne zaman yaratıp ne zaman sattığımızın farkında olabilmek.

Engin Geçtan
-Varoluş ve Psikiyatri

Kaçış Gazeli

Dostum Miguel Pérez Ferrero’ya

Nice nice yitirdim kendimi denizlerde
kulaklarım yeni koparılmış çiçeklerle dolu
dilim sevgiyle, sonsuz acıyla dolu.
Yitirdim nice nice kendimi denizlerde,
yitirdiğim gibi gönlünde birtakım çocukların.

Bir gece olsun yoktur, bir öpücük verildiğinde
yüzü silik insanların gülümseyişi duyulmasın,
bir kişi olsun yoktur, yeni doğmuş bir çocuğa dokunduğunda
atların kımıltısız kafataslarını unutsun.

Çünkü güller arar alınlarında
sert bir kemik çevren,
insan ellerinin de başka bir anlamı yoktur
toprağın altındaki köklere öykünmekten.

Yitirdiğim gibi kendimi gönlünde birtakım çocukların,
nice nice yitirdim kendimi denizlerde,
suyu bilmezliğimle arayıp duruyorum
beni yakıp tüketecek ışıklı bir ölümü.

Federico Garcia Lorca

Çeviri: Bilge Karasu

Hiçliğin Türküsü

Koca bir çölde
Sonsuz bir kum denizinde,
Arıyorum
Yitik yolu arıyorum
Bulamadığım yolu.
Bir orada, bir burada
Bütün yönlerde ruhum
Bulamıyor aradığını.
Bu korkunç boşlukta,
Her yanım kum
Alabildiğine parlak, boğucu
Kumlar uzanıyor çevrenin sonuna değin
Sonra bir ses duyuyorum
Tatlı, gür ve kahredici
Diyor ki bana:
“Yitik bir ruh sanıyorsun kendini sen!
Bir ruh sanıyorsun kendini
Yanılıyorsun.
Bir ruh değilsin gerçekte
Yitmiş de değilsin
Bir hiçsin yalnızca
Yoksun sen.”

Porphyre Eglantine

yağmur yatağı

barbar bitkiler gibi yerleşiyorsun alana… sen gelince
bir buğu sarıyor çiçekleri… üzerimizden yeşil bir
dalga gibi geçen sessizliği görmüyorsun… asıl barbar
benim oysa yansıtamadığı dillerle kuşatılmış…
kapıyı hızla çarptığında bir su çizgisi yok oluyor önce
sonra beni kuşatan diller… duvarlarda beliren
mor lekelere bakıyorum hiçbir şey söylemeden…

ona ince uzun bir yaprak uzatıyor ve diyorum ki:
…hiç korkma benim dokum cam…
…ölmüştüm… ama işte şimdi yeniden yaşayanım…
…bende hiçbir şey yok bir çığlıktan başka… yosun…
…denizaltı odaları… bir yağmur yatağından başka…

Lale Müldür
-Bir Yağmur Penceresinden-

Yanma

Ve elbet
Gözlerin sularımdan çekilince
ürkek bir ceylanla anlaşırım
yüzünün çok yakını olan bir limana
dilinin ve ağzının verdiği baş dönmesine
bahçeni tutan tavşanlara sığınırım

Karnımdan geçilmiyor moraran ağzım
Kovalanıyorum
İkindi zaman karanlığı iç çarşılar
ey şafak bir askerle anlaş
Çünkü namluya sürüldün
İşte burda bir ordu yürüyen karnımda
İzim sürülüyor köpeklerin sürünerek yaklaştığı
Anlaşılıyor
Hatırlarımıza dokunulmamış
Fakat el konmuş aşkı yaratırken kuğuların
Geleceğimizin serin suları ve göllerine

Ey kadın kokla beni
Hayatım yasaksınız

Gelinmiyor akşam zaman kaplanı
Kaçmıştım yeni bir ırmak şeklinde
Hayvanların ilkbahar sıcakları bölümünde
Kıvrılıp yeniden yakalanıyorum
Cam kesiyor göğüslerimi
Boynuma zümrüt bir gerdanlık atmışım

Hem şarklıyım ben
Gövdem yara dolu

Sevdiğim kolla beni
Anlıyorum

Fakat artık dayanılmaz sarmaşıklara
Öpüşüyorlar
Harbin bittiğini söyle ayrılsınlar

Çünkü gece zamanın katranıdır
Gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme
Çantamda sevişme askerleri
Harbin bittiğini söyle

önce beni boğacaklar özgür ve sevecen olmak için
bir bıraksam
yakut bir kuşun içinde duran ellerimi

Sevdiğim
Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden
Geç derimin altındaki tehlikeleri
Yürek kızgın bir kuma devrilmeden
Yokla beni

Anlıyorum kaçmaya zaman yok
Şafak birden doğrulacak

Cahit Zarifoğlu

Sonbahar

I
Deniz kıyısındaki
kahvede akşamın ışığı
düşerken
sana
zamanın içinde güzellikler gizlemiş
sonbaharın yapraklarıyla kumruların düşüncesinde,
her daim süregelen bu
kabaran şehvetine yayıldım,
sonrasını hiç kimsenin bilmediği bir gelecek!
Beni kabul eden gözlerine sadık kaldım
akan suyun içinde bakışların ninni olur
ateşleri aynaya düşmüş
aşkın.

II
Senin ellerin ellerime uzanır
ellerim ellerine
birbirine kilitlenir
seninle günbatımından geçeriz
akşam oturacağımız iskemleleri hazırlarız
seninle vahşetimiz olacak geceyi adlandırırız
güzel uykusuzluğumuzla.

Sonra
senin gözlerin gözlerime bakar
gözlerim gözlerine
akşamın sonunda uzanırız
sabah pencere camlarını vurur
bize ulaşmadan önce
tozun dersleri.

Bir süre sonra
boşalttığın iskemle dolar
akşam renklenir ricayla bizi kabul eden
senin gibi bu yatak ışıldar bedenin yokluğunda
son sayfaları çeviririm
kitabın beyazlığında.

Seni iki defa elifle başlatırım
seni yücelttiğim sözlerle
iki gözünde son gizim açılmadan,
sözcüklerle
seni iki yokluk arasında unutmadan
son bir defa daha seni elifle başlatırım
kapalı fitnenle çıkmazlığımın izini sürerim
ben akşama yol aldıkça
denizin mavisiyle.

Muhammed ABDULLAH

Kara lâle

paylaşmak ister her şeyi seninle
çünkü o vakit
ısırdığın elmalar yasak bir gözeye yol bulur gövdesinde
ana tanrıçaların ilk hecesine değer
genişler gökyüzü

çünkü uzakta bir tepeyi çıkarsın hiç durmadan
tırmanmanın tepede olmaktan iyi olduğunu
herkesten önce biliyordun sen

çünkü zehirli mantarlar, fare delikleri, sedirler
derin ormanların yabani menekşesidir
bu günlerin göremedikleri
ağzından yediği portakalların suyu
en sonunda taşıracak nehirleri
sonra dövülmüş çocuklar gibi yere yakın şimşirlerin
saçlarını okşayarak büyütecek

çünkü yarım bir evde oturursun sen
kuzu postuna sarınmış aç kurtlardan doğma
bir çıplaklığın içinde
bilirsin şimdi gecedir
saklanır senden, yavru bir kaplumbağadır gün
bazen bir dokunuş olur yer kapanır üstünüze
gök kapanır
incecik bir kan sızar aranızdan

çünkü dilin ay’la sarmaş dolaş
cini var lambası yok,
dünyanın sihrini yutmuş masallar anlatır
yer çekimsiz kalan her büyük söz

çünkü gözlerin
yedi gezegende oturan ruhların nazarı
bakışlarınla çiçeklenir arka sokaklar
inanır duvarlarına sırtını yaslayarak
dudaklarını öptüğün bu batık şehre
ölüme ve
aşka yatkın olduğuna inanır şiirlerin
paslanmış teneke saksılardan fışkırırken yaz
iki dudağının arasında durur gizli bir akşamüstü

çünkü avuçlarında Itrî’nin mızrabı
en ince sesini verir çatlamış lir
günlerden iki dal gelincik
başına çekip ateşten eteklerini çıplak bir dansı sürdürür

çünkü göz hacminde bir tarihin içinden sana yürüyordur
sırtında taşırsın onu
kara lâleler açar içinde, gezgin bir yanardağ olur
adı aşktır bilirsin

Betül Yazıcı

Ahmet Haşim’in Portresi

I

Karanlığı seviyorsun Şair!
kapalı gözlerin çevrili içine
ne kör edici bir ışık
ne yansıma
karanlık Allah gibidir
ve tek başına
biliyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

II

Karanlığı seviyorsun Şair!
rengi yok
ahengi yok
kıyısında oturup bakıyorsun
içinde dalgalanan denize
düşünüyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

III

Karanlığı seviyorsun Şair!
ne renklerin ağırlığı
ne şekillerin kalabalığı
çizmeye çalıştığın resim
öldüğünde
sen de ölüyor
mırıldanıyorsun
ne güzeldir
sevmek karanlığı

IV
Karanlığı seviyorsun Şair!
ne kimseye
gözlerinden veriyorsun
ne kimsenin
gözlerinden alıyorsun

cehenneme gidecek
bu hasta adamın rüyası
bu küflü yatak odası

karanlık ölüm gibidir
biliyorsun!

A.Ertan MISIRLI

Çakıl Taşları

Biliyorsun ki kârî, kalbin derinlikleri,
Damla damla biriken gizli gözyaşlarıdır.
Kudretimin oradan çıkarabildikleri,
Halis inci yerine bu çakıl taşlarıdır.

Görüyorsun, nihâyet, çakıl taşları sende,
İncilerse şairin kendi kalbinde kaldı.
Fakat şunu anla ki o, çakıl bulurken de,
İnci araştırmadan duyulan zevki aldı.

Necmettin Halil Onan

Adsız Bir Çiçek

Ben gidince hüzünler bırakırım
Bu senin yaşadığındır
Bir ev sıkılır kadınlardaki
Seni sevmek bu kadar mı
O benim yaşadığımdır

Bazan da bir yerde kuşlar vardır
Ne uçmak, ne görünmek için
Bir karanfil pencereyi deler
Bir kapı kendiliğinden kapanır
İstesek sevişirdik, ama olmadı
Biz değil yaşayan acılardır.

Gitsem de her yerde biraz vardır
Hatırda zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon
Vardır o seninle birlikte olmak
Buluşur çok uzaktan ellerimiz
Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilâk..

Edip CANSEVER