Yanlışını Sevmek

Bizim araladığımız kapıdan girer rüzgâr
İçimizdeki çocuk çok düş kurmuş çok bunalmıştır
Yalnızlığımız kadar büyütürüz küçücük bir ışığı
İçtenlikten başka metaımız yoktur dünyaya karşı
Bir ses, bir dokunuş…Öder dururuz ömrümüzle
Pahasını ancak bizim bildiğimiz bir mutluluktur bu
İncelikle tarazlanıp pişmanlıkla köpüren
Çarpar durur kapıları eşikteki gövdemize
Erken bir acıyla bize yanlışımızı sevdirir.

Bizim araladığımız kapıdan girer rüzgâr
O da bir başka gökyüzünün sürgünüdür
Bir yandan bulut taşır köklerimize
Bir yandan yapraklarımızı döker gider…

Şükrü Erbaş

Sıradaki Ezan Sevip de Kavuşamayanlar İçin Gelsin

sevdiğini alamayan bütün müezzinlere…

bir trapezin durması gibi suya
içime çok yüksek bir yerden atlar mısın leyla
başın kaşın yarılsa diplerime çarparak
kanın karışsa suyuma
yerin bütün kanunlarına kusarak
ben sana bulanayım sen bana…

kapımı çalmanı istiyorum leyla
o kadar evde yokum ki anlatamam
insan insana aşık olmaz güzelim
insan insanın yanında bile durmaz
bak hala görmedin mi yoksa mecnunu
sen sanıp çölün öpmedi mi kumunu
şundandır her dem kalbe yayılan sızı
neyi sevdiysek dolandı kanatarak
dikenli bir tel olup seven her tarafımızı
elbet her fani gibi ben de bir faniyim
sen de bir fanisin leyla jiletin varsa göstereyim

yine de kapımı çalmanı istiyorum leyla
evde yokum evim yok dışardayız cümbür cemaat
seni de istemiyorum beni de bu başka
öyle bir yol ki nasıl güzel nasıl dar
benim de bu dünyada ödünç bir kapım var
olmuyor tutamıyorum kendimi leyla
kapımı çalmanı istiyorum hepsi bu kadar

alper gencer

İğde ağaçları ve gerçek

Muhteşem bir tekdüzeliği var tabiatın.

Hiçbir sanatçının sahip olmadığı bir özgürlük ve güvenle kendini tekrarlayıp duruyor.

Herşeyin bir vakti var ve vakti geldiğinde iğdeler çiçek açıyor.

Geçen yıl iğdeler çiçeklerini açtığında yayılan uçuk yeşil, baygın kokulara nasıl hayran kalıp şaşırdıysam, bu yıl da aynı şekilde hayran kalıp şaşırıyorum.

Sadık bir hayranıyım tabiatın.

Benim hayranlığıma hiç aldırmayan kibri ya da tevazuuyla, bana hep şunu söylüyor, “ben böyleyim, yüz yıl önce de böyleydim, yüz yıl sonra da böyle olacağım”.

Ben yüz yıl önce böyle değildim ve yüz yıl sonra da böyle olmayacağım.

Tabiatın güvenli durağanlığı, benim telaşlı geçiciliğimi hep yüzüme vuruyor.

Garip bir çelişkisi var bu sonsuz döngünün, bana sürekli gösterdiği hayatın güzellikleri, içinde hep benim varlığımın anlamsızlığını yüzüme çarpan bir gerçek taşıyor.

“Sen geçicisin.”

Hıristiyanlar, Adem’den tevarüs ettikleri “ilk günahı” hep taşıdıklarına inanırlar.

Bu “ilk günah” belirler her şeyi.

Bense bu “ilk gerçek”e inanıyorum.

Bu “ilk gerçek”teki umursamaz küçümseme, sanırım insanoğlunun gerçekle hiç bitmeyen bir sorun yaşamasının başlangıcı.

İnsanlar, gerçekten korkuyorlar.

Gördükleri bu “ilk gerçek”, bütün ruhlarını sarsıyor.

Bu sarsıntıdan kurtulacağımız bir sığınak aramakla geçiyor ömrümüz.

Dindarlarımız, bu “geçiciliğin” bir sonsuzluğun parçası olduğuna inanarak, tabiatın ve“yaratıcısının” kucağına sığınarak “ilk gerçek”le barışıyorlar, “geçici değiliz” diyorlar,“gidiyoruz ama geleceğiz”.

Buna yürekten inananlar, sanırım huzurlu ve dürüst bir hayat sürüyorlar.

Ve, sanırım buna yürekten inanan çok az insan bulunuyor.

Yeryüzü her dinden dindarlarla dolu ama “gerçekle” barışık yaşayanlar inanılmaz derecede az.

Eğer bütün dindarlar buna içtenlikle inansalardı, “yalan” bu kadar çok olmazdı.

Gerçeklerden korktuğundan daha fazla korkardı insanlar yalandan.

Ne yazık ki karşılaştığımız hayat bize bunu göstermiyor.

Bu “geçici” dünyanın yalanları, sonsuz bir kalıcılığın “gerçeklerinden” daha çekici geliyor insanlara.

Yalan söyleyen, gerçekleri saklayan “dindarlara” baksanıza.

İğde ağaçları onlara “bu dünyada çok uzun kalmayacaklarını” hatırlatmıyor,“önemsizliklerini” hatırlatmıyor, “çaresizliklerini” hatırlatmıyor.

“İlk gerçek”in onların ruhunda yarattığı sarsıntı, iki kere yalancı yapıyor onları, hem bu gerçekten korkmadıklarını çünkü başka bir gerçeğe inandıklarını söyleyerek “tabiata ve tanrıya” yalan söylüyorlar, hem de “çaresizliğini ve önemsizliğini” tevazu ve dürüstlükle iyi edecek bir hayattan uzaklaşarak çevrelerindeki insanlara yalan söylüyorlar.

Ben iğde ağaçlarının o muhteşem kokusunu duyduğumda, bu armağanı değerlendirecek çok da uzun bir zamanım olmadığını, “geçici” olduğumu biliyorum, tanrıyı ve tabiatı kandırmaya çalışmıyorum.

Bu “ilk gerçeğe” boyun eğiyorum.

“Geçiciliğim” bana “sığınacak bir sonsuzluk bul” demiyor, geçiciliğim bana
“kendini önemseme” diyor, “iğde çiçeklerinin kokusunu içine çek, sana verilene şükret ve bu kısa hayatını mümkünse tabiat kadar sakin ve dürüst yaşa” diyor.

Bu öğüdü dinliyor muyum?

Hayır.

Öğüdün kıymetini biliyorum ama her zaman uyamıyorum buna.

“Gitmeden” önce yapmak istediklerim var.

Biraz aceleci davranıyorum bazen.

Sakin olamıyorum her zaman, “bu kısa hayatta değmez” deyip öfkeyi kenara itemiyorum, iğde ağaçlarıyla yarışmaktan, yersizliğini bilsem de benden sonrasına benden bir şeyler bırakma ihtirasından vazgeçemiyorum.

Kimsenin hakkını yememeğe özen gösteriyorum sadece.

Bir tanrım yoksa da kendi kendimin tanrısı olmaya çalışıyorum, iğde ağaçlarına bakarak “kendi kutsal kitabımı” yazıyorum ve “günahlarla yasakları” sıralıyorum kendim için, “en büyük günah” başkasının hakkını yemek bu kısa ve zavallı kitabımda.

Bu “günahı” işlersem, bunun cezasını “sonsuzluğun” bir başka köşesinde çekeceğimi düşünmüyorum, o kadar bekleyecek kadar sabırlı değilim, bu günahı işlersem kendi cezamı kendim veririm.

Ve, inanın, bu günahı işlersem tanrıdan daha çok korkarım kendi vereceğim cezadan.

Bir daha iğde ağaçlarının kokusundan tat alamam.

Bebekleri sevemem bir daha, gençlerin gözlerine bakamam, yaşlılarla şakalaşamam.

Hayal kuramam bir daha.

Kavgaya giremem.

Cezası ağır olur bu günahın benim hayatımda.

Tabiatın bu muhteşem tekdüzeliğinin içinde her şeyin bir vakti var, vakti gelince açıyor iğde çiçekleri, vakti gelince ben gideceğim, iğde çiçekleri bunu bana söylüyor.

Kalmaktan korkmadım, gitmekten de korkmuyorum.

Gideceğim yeri merak etmiyorum.

Tabiatta her şeyin bir vakti var ve vakti gelince öğrenirim nereye gideceğimi.

Bir gün öğreneceğim, tek derdim, ben bildiğim her şeyi anlatmaya alışmışım, bunu kimseye anlatamayacağım.

Anlatabilmek isterdim.

İğdeler açtı gene.

“İlk gerçek” duruyor çiçeklerinde.

“Geçicisin” diyor bana, “geçiciyim” diyorum ben de kendime, “şükret buna ve mümkün olduğunca iyi geç geçtiğin yerden”.

Ahmet Altan

Beyaz tavus kuşu

Müjdeler olsun bizim berber Celal köşe yazarı olmaya karar verdi.

Haftada kaç gün yazması gerektiği konusunda biraz kararsız.

“Haftada kaç yazmak lazım” diye sordu bana.

“Sen yaz da” dedim, “gününü sonra belirlersin”.

Ona Molière’in piyeslerini bir berber dükkânında yazdığını da söyledim, berber dükkânının yazarlık için bereketli bir yer olduğunu vurgulamak için.

“Aklımda çok acayip bir konu var” dedi, sonra da ekledi, “ama sana söylemem”.

Hâlinden anladığım kadarıyla, “ne söyleyeceğim abi, sen söylediklerimi çalıp kendin yazıyorsun, şimdi söylesem bu konuyu da yazar heder edersin” demek istedi.

Arkadaşlarına da açıklamış yazar olacağını.

“Sakın bizim adımızı yazma” demişler, o da, “yazara müdahale edemezsiniz” demiş.

Celal daha şimdiden “fikir özgürlüğü” için mücadeleye başladı.

Yazarlara müdahaleye karşı.

Böyle giderse yakında Başbakan’la kapışırlar.

Belgeseller konusunda Celal Başbakan’ı yener, onu baştan söyleyip Başbakan’ı uyarayım.

Bizim yeni meslektaşın dükkânından çıktıktan sonra babama gittim.

Babam arada bir beni gezmeye götürüyor.

Biliyorsunuz, bir çocuk kaç yaşında olursa olsun babasının yanında bir çocuktur.

Büyümek, bir çocuğun babasına karşı yaptığı bir saygısızlıktır, onun için çocuklar babalarının yanında asla büyümüş biri gibi davranmamalılar.

Geçenlerde birlikte gittiğimiz bir lokantada, babam genç bir garsona beni gösterip “Oğlumu da getirdim” dedi, genç garson tam ne diyeceğini bilemedi, “Allah bağışlasın” dedi.

Dün de babamla Adile Sultan Sarayı’ndaki Borsa Lokantası’na gittik.

Sabancılar, Abdülmecid’in kızkardeşinin sarayını bir kültür merkezi yapmışlar, Borsa da o merkezin içinde çok güzel bir lokanta açmış.

Herhalde yeryüzünün en muhteşem lokantalarından biri.

Bir prensesin sarayından Boğaz’a bakarak olağanüstü lezzetli yemekler yiyorsunuz.

Hava çok güzeldi.

Karşı tepeler yemyeşildi.

Boğaz’ın koyu mavi suları gümüşi bir kayganlıkla akıyordu.

Lokantanın önünde bir çimenlik, çimenliğin hemen köşesinde tek başına duran incecik gövdeli, çok dallı bir erguvan ağacı vardı.

Derken tuhaf bir ses duyduk.

Bahçenin öbür ucundaki bir bölümden bembeyaz bir tavus kuşu çıktı.

Uzun kuyruğunu peşinde sürükleyerek çimlerin üzerinde bir tur attı.

Sonra biri beyaz, biri renkli iki dişi peşinden geldi.

Erkek tavus kuşu bütün lokantanın kendisini seyrettiğinin farkında olarak epeyce dolaştı bahçenin içinde.

Doğanın muhteşem gösterisini hep birlikte hayranlıkla izliyorduk.

Bir kere daha gördüm ki saf gerçek, aslında bir masala benziyor.

Gümüşlenmiş koyu mavi sular, yeşil tepeler, erguvan ağacı, beyaz tavus kuşu, hayatın tam kendisiydi ama hayata hiç benzemiyordu ya da bizim hayat sandığımız şeye hiç benzemiyordu.

Babam Yahya Kemal’den bir şiir söyledi.

Tevfik Fikret’ten konuştuk biraz.

Nasıl da çağının ilerisinde bir adamdı, İttihatçılar “Dünya benim vatanım, insanlık benim milletim” diyen şairi, kendilerini eleştirince sokaklarda yuhalatmışlar, kalabalıkları “Kırılsın seni Fikret diye alkışlayan eller” diye bağırtmışlardı.

Çok genç ölmüştü.

Bir yandan da tavus kuşuna bakıyorduk.

Garson, özel olarak Manisa’da yetiştirilmiş kuşkonmazlar getirmişti, üzerine biraz İzmir peyniri rendelemişlerdi.

Belki de bizim şansımıza çevre masalarda eski İstanbul’un süzülmüşlüğünden gelen bir konuk kalabalığı vardı.

Babama gösterdikleri saygılı ve kibar ilgi, masaya uğrayıp onun yazılarından pasajlar okuyan hoş hanımlar, lokantadan ayrılırken artık kaybolduğunu sandığım bir zarafetle veda eden insanlar, beyaz tavus kuşu kadar masalımsı gözüktü bana.

Beni kahkahalarla güldüren babamın anlattığı fıkralar, okuduğu şiirler, eğlenceli anılar, içim yıkandı, dirildim.

Derken tavus kuşu bizim masanın yakınına geldi.

Birden o görkemli kuyruğunu açıverdi.

Yeşil çimenlerin üstüne beyaz dantelden, tüllü bir yelpaze yayıldı, öyle durdu bir süre, sonra dans eder gibi yan yana yürüdü, kanatlarını rüzgârlandırdı, başını havaya kaldırdı.

Bu yaşlı baba-oğla bir armağan bağışladı.

İyice seyrettiğimize emin olduktan sonra topladı kanatlarını.

Lokantadan ayrılırken bizi servis asansörüyle mutfağa indirip oradan selametlediler.

Pırıl pırıl, çelik aksamlı mutfakta bir telaş vardı.

“Akşama Başbakan’ın yemeği var, ona hazırlanıyoruz” dedi bir garson.

Lokantanın çıkışında iki büyük polis otobüsüyle karşılaştık, otobüsler manevra yaparken genç bir polis elindeki makineli tüfeği bize doğru tutup arabayı durdurdu.

Bir süre otobüslerin manevralarını bitirmelerini polisin bize dönmüş tüfeğinin namlusuna bakarak bekledik, babam “Bu çocuk bizi vuracak galiba” dedi gülerek, sonra da ekledi, “ama son yemeğimiz çok eğlenceli geçmiş olacak”.

Polis bizi vurmadı.

Bizim son yemeğimiz olmadı.

Ama çok eğlenceli geçti.

“Harikalar diyarında” gezmiş Alice gibi döndüm geldim, gazetedeki haberleri gördüm.

Haberlere boş ver dedim kendime, beyaz tavus kuşunu sana gösteren hayata şükret bugün.

Ahmet Altan

Boşversene Sen Niye Beklemeli

                                                                            ”Yürek yalnız bir kez görür,
                                                                                          sonra gözler görür.”
                                                                                                   Howard Fast

Boşversene sen niye beklemeli
Sıktı artık bu kent beni
Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
Bulmalıyım aradığım o yeri
Şiirmiş, bilgelikmiş her neyse
Ne varsa benden kalsın geride
Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
Nerdesin ey benim hergün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.

Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım
Oteller, genelevler, nar ağaçları
Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
Sopasını düşürdüğü bir dilencinin
Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
İner gibi ben de
Örgüsünden başını kaldıran bir kadının
Gözlerinde
Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda
Hani salkımlar içinde bir ev vardı
Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
Yerini dilimle oynaya oynaya
Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.

Geçerim kuduğum hayallerin altından
Bir gökkuşağının altından geçermiş gibi
Budakları kalın ellerimi andıran
Asmaların yanıbaşından
Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
O geçimsiz akşamla
Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan
Göğün mavi yapamadığı bir şahin
Başımın üstünde tek başına.

Kırmızı dallar, göğe uzanır çitler
Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
Ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı
Bir gül bana kendini kopardı verdi
Daha dün akşam, daha dün akşam.

Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü, yanımda
Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
Tam yedi kez doğan güneşlerin altında
Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.

Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
Dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının
İzine pek rastlamasam
Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
Bunu bir daha sorsam
Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.

Edip Cansever

Flaş

Hava poyrazladı yağmur yağacak
Yanıp yanıp sönüyor ışıklandırılmış gözlerin
Yukarda
Küle gömülmüş bir elma gibi gökyüzü
Patladı patlayacak
Olanca hışmıyla kentin.

Sensin
Akıyor ön dişlerin beyaz beyaz yanıma
Her şey rengine göre kanar bilirsin
Tırnakların pembeye boyanmış bir koy gibi
Pespembe kanar
Ve herbir renkte kanayan gözlerin
Çınlatır Eluard’ın mısralarını orada
“İçinde uçtuğum gözlerin
Yolların gidişine
Dünyanın dışında bir anlam verdi.”
Demek oluyor ki bu dünyada olmak öyle derin
Öylesine anlamlı ki insan
Bizse bu anlamın işçilerinden ikisi
Yağmur yağacak.

Yarı karanlık odamız, üstelik soğuk
Isıtıcı bir soğuk bu, değişik
Sensin, bir yüzümde geziniyor şimdi yüzün
Bir elimizdeki kitaplarda
Şiirler okuyoruz bugün
Limanlık bir deniz gibi kıpırtısız önümüzdeki taş masa

Uykuya yatmış gibi bütün balıklar
Gemileri kaptansız tayfasız
Gidip gidip geliyor kimi zaman da
Anayurduna dağlara
Şiirler okuyoruz bugün.

Yaşlandık da ondan mı
Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa
Saatlendiriyoruz günü
Bölüyoruz dakikalara
Bir hiç oluncaya kadar bölüyoruz onu.
Bölüyoruz yani bütün mutsuzluklara
Bir yaprak saniyesi geçiyor usul usul
Penceremizden
Mavi mavi hatmiler parlıyor dışarıda
Dışarıda küçük bahçemizde
Ayak izleri gibi gökyüzünün
Hatmiler
Bırakıyoruz bu sessiz uyuma kendimizi
Derken bir mavi damar, bir dudak büküş
İyi anlaşılamayan bir ses sokaktaki
Çırpına çırpına yükselen duman
Bir tutam saçın öne düşüşü
Sanki bir sardunya bir yaz boyu ne kadarcık uzarsa
Kaça alınırsa bir tükenmez kalem
Doluyor içimize öyle
Hayatın birdenbire anlaşılması gibi bir duygu gürültüsü
Yağmur yağacak.

Yaşını çoktan aştım Orhan Veli’nin
Ölümle duruyorsa eğer yaşlanmak
Onun bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü
Yağdı yağacak
“Ölünce kirlerimizden temizlenir
Ölünce biz de iyi adam oluruz…”
Sade ve ince
Dünyaya uzun parmaklarıyla dokundu dokunacak.

Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
Açık denizler gibidir zaten elimde
Her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren
Hatırlıyorum da kelimelerini bir bir:
Şairlerin flaşları kalpleridir
Dışarıya da parlamalı biraz
Kaldı ki ben içimde gezinmekten yoruldum
Sensin, iyi anlarsın beni
Gözlerine başka türlü bakıyorum
Ben bütün gözlere başka türlü bakıyorum şimdi
Nemli bir tülbent olup buğulanıyor
Ve yaslı ve mahzun
Ve devrilmiş bir boya kabı gibi de yoğun
Memleketimin gözleri
Yağmur yağacak.

Öyle bir yağmur ki bu, bilirsin
Dam saçak demeyecek, yağacak
Yağacak bir hışım gibi canevine kentin
Kalplerimiz küle gömülmüş elmalar gibi
Patladı patlayacak
Alacak sonunda kendi rengini.

Edip Cansever

Akdeniz Salgını

………………………………………………….-halikarnas balıkçısı’na-

I

Öyle bir alaşımdır ki seninle deniz
Bir açık deniz
Bakınca hiçbir şey göremediğin
Gözlerini duyduğun yalnız

Sözlerin var, dudak izlerin yok sözlerinde.

II

Denedin ki oralarda zaman olmayı
Şimdi bir Akdeniz salgınısın sen
Sonsuz bir otobüs yolcusu gibi, tam öyle gibi
Her gün kırmızı bir bilet düşürürsün dişlerinden

Ki senin bir yerin olmadı hiç, olmayarak soldu
Diri bir sabahın eylülüsün birden
Sonra bir solgunluğun yeniden solgunluğu
Tırnakların dibine batar durup dururken
Acılardan bir acının geri tepmesidir
Sızar yüreğinden sevinç olarak
Yani eylülden

Acımaktan bir zamansın ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten.

III

Omurgasını kırmış bir balık yatar
Seninle denizin üstünde
Öpülmüş bir dudak gibi

Derinlerden derinlerdedir yüreğinse
Okşar gizli gizli deniz kızlarını
Dondurulmuş güneşlerin içinde
Öpmezsin, dudaklarını duyarsın yalnız.

IV

Sonra sonra yapıştırılmış pullar gibisin, öylesin
Üstü uçaklı zarflara
Ve alanlara tutturulmuş, çiçek sepetlerinin
Kenarındaki kartlara
Bir gider bir gelirsin, gider gelirsin
Hızlı bir park akışından anısal bir yığıntıya

Sayısız parmağın var, bir parmağın daha mavi
Vurursun vurursun kapılara onunla
Kapılar açıldı mı, avlular güne çarptı mı
Boşalan bir güğümsündür her umutsuzluğa.

V

İki yaprak yerde konuşur ya, o zaman
Tam o zaman bir sonbahar düğümü
Yani bir gülüşün bir çay kaşığının sıradan ölümsüzlüğü
Seni sürekli kılan
Tam o zaman
Bir limonluk hüznün olsun kal orda
Her gün kendi kendinin oğlusun
Bir nesne buluyorsun yerde, mutluluktur senin için
Denizken üzerine atılan ağaç kökleri gibi
Soyulmuş elma kabukları gibi
Boş şişeler, çürümüş hayvan iskeletleri gibi

Kekikler yemlikler arıyordun, kayalardan
Yokluğa doğru yükselerek
Çorbanı karmak için
Ama görmedik bir kaşık içtiğini bugüne dek
Olsa olsa ateşini yakıyordun yalnızlığın

Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın.

VI

Uğurladık bir sabah seni
Söz vermiştin geri döneceğine
Anladık bakınca aldandığımızı
Gerilerde küçük
Kıyılara doğru büyüyen ayak izlerine

Ötelerde, ama çok ötelerde
Kocaman bir gözyaşıydın ey usta deniz
Konuşuyordun, sözlerini bulamıyordun yalnız.

Edip Cansever

Arkadaş Dökümü

Evvela dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız
Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız

Bir şüphedir sarmış yüreğimizi
Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
Bir şüphedir demir atmış ciğerimize
Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi
Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir kurum hepimizde
Nereden inceyse oradan kopsun

Bu canım dünyanın orta yerinde
Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
Yalan mı? Gözünü sevdiğim karıncalar
İşte: Hamsiler sürü sürü
Arılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur

Ya bizler? Eşref-i mahlukat! ..
Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz

Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
Bizler sürü sepet
Yalnız birbirimizi öldürmüşüz…

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Geçmiş Yaz

Rü’yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtâb… iri güller… ve senin en güzel aksin…
Velhâsıl o rü’yâ duruyor yerli yerinde!

Yahya Kemal Beyatlı

Sessiz Gemi

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

Yahya Kemal Beyatlı