Sona Kalsa

Usul usul konuşuyorlar aralarında
Denize bakıyorlar bazen – çatalını gezdiriyor biri tabağında –
Gölgesi bir kuş ölüsü
Karşıda yeni budanmış ağacın
– Olsa, başlangıçlar sona kalsa –
Kolyesiyle oynuyor kadın – tabağımda soyulmuş elma –

Saatime bakıyorum sık sık
Kapıyı gözlüyorum arada
Biraz soğuk mu geliyor ne – kapatır mısın –
Sinirli bir kırmızılık suya batıyor
Düşünüyorum, ansızın bir dost yüzü
Görmemiştim de yıllarca.

Gelse
Değişmiş çok, yaşlanmış da
Sigaramı yakıyor durmadan
İstemem diyemiyorum – ama yakmasa –
Konuşuyoruz -konuşuyor muyuz –
Yazmayı bırakmış çoktan
Gerçi bir roman taslağı varmış kafasında
“Bir elimde elma elmada bir el”
Diyorum
Hayretle bakıyor yüzüme
Bir bardak bira içiyor, çekip gidiyor az sonra.

Kadranı kırmızı saat
Plasterle tutturulmuş kırık cam
Şurda burda plastik çiçekler
Evet, aralık kapıdan soğuk geliyor
Tam kalbimin üzerine bu akşam.

Ölüm
Sen en güzelsin bu saatlerde
Büyütmüş yetiştirmişsin beni
Söyler miyim hiç sana hayran olmasam.
Bugün de ince, bugün de kırıldı kırılacak
Bugün de
Tam nerede kalmışsam.

Edip Cansever

Günler Perişan

yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman

şuramızda birşey var
acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer
gün ölümle başlatıyor hayatı
her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
beynim sabırla keskin
iğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını
bizim ilanlarımız çoktan verilmiştir
gelirse de bilinir nerden ve nasıl
böyle ölümün yücedir adı
ha kanağacı canım, ha gelincik tarlası
çünki ölümün kanıdır besleyen
bir başka baharın tohumlarını
şuramızda birşey var
bizi onduran şey
acıya saran
umudu kuşatan

kalbim: kalbim mi desem
var kalbim: yaşayan ben
hayatla ölümle cinayetle
gazetelerde, radyolarda, eski üniversitelilerde
eski prof hocalarla
yaşayan ben: geç mi kaldık/kabul edemem
ah benim sevgili annem
oğlunda elbet yurtseverden
birgün bırakırda sizi yüzüstü
yüzüstü değil: elbette bizüstü
bırakır da: kötü sarmaşıkları, yaban güllerini
bırakır da: sekizyüzlük hırtları, şunları, bunları
giriverir senin sıcacık kucağına
yani hem sana karşı, hem senin için
giriverir o yanılmaz tarihçinin yaprağına
ölüm mü dedim annem
ölüm senin gibi güzel annelerin
senin gibi güzel çocuklar feda etmiş
o tarih atlasında
bir kırmızı gül olur ancak
koksun diye çocukların bahçesi

şuramızda, tam şuramızda
kanserli bir virüs gibi kanımıza karışsa da bizi yaşatan günler perişan

işte bir bir kırıyorlar dalıylan
yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini
çünki biliyorlar vakit dar
oysa dalları kırılmayan ölür mü sonsuz ağaç
hayatı pekiştiren kökümüz var
dünyayı emeğe kazandırmak için
hayata ve ölüme sonsuz bir anlam veren
kanağacına sözümüz mü var

biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar
birgün döneriz elbet
acısız, adsız

ölümsuyu sürünün
sürünün ölümsuyu
bir ölü bir dirinin kanıdır
besler hayatsuyu

şuramızda, tam şuramızda
tarihe nasıl anlatsam

ey anneleri korkutan
bizi yaşatan kan

günler perişan

Arkadaş Z. Özger

Fotoğraf

durakta üç kişi
adam kadın ve çocuk

adamın elleri ceplerinde
kadın çocuğun ellerini tutmuş

adam hüzünlü
hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

kadın güzel
güzel anılar gibi güzel

çocuk
güzel anılar gibi hüzünlü
hüzünlü şarkılar gibi güzel

Cemal Süreya

Sen ve Ben

sen ve ben, gökyüzü soluk, kahverengiye kesmişken,
bulutlar toparlanırken hışımla boğum boğum,
yağmur, baharı açmamış fundalığa damla damla düşerken,
aldırış etmeden fırtınaya, gök gürültüsüne, dolaşacağız birlikte,
ve bakışacağız birbirimizle – sen ve ben..

sen ve ben, günahkar bulutlar boşalırken inatla,
yıldırımların uçurum yükseklerine doyasıya;
geçerken burçların üzerinden fırtına hızıyla,
cehennemi ışık saçan cennetten düşen nefret topları,
gülümseyeceğiz birbirimize – sen ve ben..

sen ve ben, nefret topları yağarken,
yararken havayı evrenin vahşi çığlıkları,
ölümün çağırdığı yerden, karanlığın içinden,
gecenin yorduğu yerden gölgelerin içinden,
arayıp bulacağız gözlerimizdeki ışıltıyı..

sen ve ben, karanlık sular,
hırpalar ve boğarken bizi,
cehennem kızının kahkahaları,
ve katliamın tam ortasında,
duyacağız birbirimizi ve ölüm’ü göreceğiz..

sen ve ben, ölen kurşuni geceyle,
şafağın ilk ışıkları uçuşurken doğuda,
baygın, yeni, oracıkta,
katılaşmış kan pıhtılarının arasında,
mecalsiz uzanacak kollarımız, sen ve ben..

sen ve ben, soğuk soluk ışıklar,
öylece kalmış ölü bedenlerimizi deşerken,
kurtulmuş olacağız o bitmek bilmez işkenceden,
ölü dudaklarımız sonsuza dek,
birbirini bulurken, sen ve ben..

sen ve ben, geçip giden yıllar,
geride bırakırken bizi ölüp gidenlerle,
gübre olacağız çürümüş kemiklerimizle,
gelecek aşklara,
son hoşçakal öpücüğünün çiyi hala dudaklarımızda.

Voltairine de Cleyre

Kolay Değildi

işte böyle böyle, sizi unuttum
başka kadınlar denedim anlatmaya değmez
başka avlularda başka biçimlerde dikildim

gözlerim, uzağı pek seçemez
başka uzakları başka başka düşledim
fena değildi ve
sayılmaz

işte böyle böyle sizi unuttum
kadınlar denedi beni sizden mi saklıcam
başka gecelerde
başka otobüsler kaçırdım

böyle böyle işte, sizi unuttum
başka kadınlar da terk etti beni laf aramızda
başka kapıları başka sözlerle çarptılar suratıma

gözlerim, uzağı pek seçemez -hâlâ mı, hâlâ-

Bilâl Kolbüken

Cehennemde Bir Mevsim

Aldanmıyorsam bir zamanlar hayatım,önüne
bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların
döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum Güzelliği-Terslik
edecek oldu-İler tutar yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım. Ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına
ne varsa. Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım
üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken
mavzerlerin kabzalarını. Seslendim salgınlara,
boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. Tanrı
bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop
kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak
üzereyim; aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak
geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı-Anlaşıldı ben bir
düşteymişim.
“Sen canavar kalacaksın…” falan filan… atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan.
“Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle
bağışlanmaz günahın.”

Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha
bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda
kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.

Arthur Rimbaud
Çeviri:İlhan Berk(

Yenilmişler İçin İkinci Parça

peki beni kim intihar etti
kim tedavülden kaldırdı böyle erken
inlerken görülmem hoşlarına gitmedi mi
bir içevurum fazla mı geldi bu sığlıkta
nasıl da dijital şimdi yakınlıklar
parlak kanatlarıyla gökyüzüne kaybolurken anka
kimse tanrıyım demesin, hepimiz sarhoş kaldık
varedene duyulan hasret gibi yoksul anda
nerde şimdi Burgonya Beyleri, Kara Şövalye
gölgeye dokunanlar nerde
böyle erken mi kesilecekti sözüm, tam da burada
ciltler dağıldı, dağıldı olmayan ne varsa
güzel sözcüklerim, Mallarme’m, Yahya’m nerde
beni de beni de beni de… intihar ettiler
dosya kapandı katilim nerde.

Orhan Alkaya

Beni Sade Sen Sevdin

Eşyamda izin ayağımda tozun var mı diye sorarsan
Sana can çekişe çekişe değişen eşyayı haber veririm
Ayağımın tozunu silktim eşyamı karıncaya yükledim
Kırık yayda kalıveren ok gibi kaldım amma
Hiç korkmadım seni sukût-ı hayâle uğratmadım

Sen hâtim ol ben yarım sen hâtem vur ben dargın sen hatır kır
Ben uzun uzadıya kendimi açıklayayım ki bilinsin nasıl bir zulmetteyim
Bilinsin bu evren duanla her gün en baştan nasıl yaratılır
Boş bir sadak gibi kaldım amma zaten nehirler çekilmiş kurumuş göller
Aramızda deniz vardır (…) bana kalan sade sabır sade sabır…

Ben bu kırık izzet-i nefisle çok uzağa gitmem biliyorum
Bende ramak kalmıştır her şeye hasmane tertiplere ölmeye ramak kalmış
Flamasında ölüm işaretleriyle bir kuru benliğim kalmış
Kesilmemiş kartalmış bir adak gibi kaldım amma katılaşmadım
Hatırla sana ve kendime hep inandım, işte ordayım

İmanını tazeledin her cürmümden kalbimden sızan acıdan
Korkarak belirsiz bırakarak dokunmayarak beni sevdin
Tanrı hakkı için sevdin ebedî dostunu bildim, buydu seni avutacak
Hem gerçek hem yalan olan, işte bak bu açık seçikti aramızda
Seni affetmedim sana teslim gönlümü esirgedim bağışladım

Sen sendelediğinde inancımın ilk perdesi yırtıldı
Dediler ki suya götürür susuz getirir adamı
Dediler ki bîvefadır boşuna çınlamasın kulağın
Bense bir kez kerametine iman etmiştim divitin ve hokkanın
Gene de tuz basmadım zaafına seni hasletimden azadladım

Ateşi keselim kesilebilir değilse de, nâmı var ateşkesin
Bu ateşin nârında yanacak sözlükler ve kuralları simyanın
Birkaç sayfa kurtaralım kekeme kalsak bile isimsiz mektuplar için
Şartsız ve müdânâsız bir mütareke imzaladım amma
Kerem ettim sana seni hiç aklımdan çıkarmadım

Şimdi burada her şey pırıl pırıl aydınlık ve her saat gündüz
Duvarlarda masalarda kulelerde duranlar bile on ikiye vurmuş
Dünyanın her yerinde kalbimin rehberliğinde bir çocuk doğmuş
Her çocuğa adın konmuş akrep durmuş on ikide işlememiş saniye
Bu aşkın aşkı kaldı bende onursa hiçtir terazi kefesinde.

Hayriye Ünal

Bana Fazla Bana Az

Bu gidişten cayarsam
Şeytanlar güler bana
Caymadığım her gidişten sonra
Kurulmazsa bir darağacı
İşlemezse tıkır tıkır bir giyotin
Uzak bir kıyı şehrinde bana ihanet edilmiştir
Bütün vilayetlerde bir sevgilim
Öylesine birinin koynuna girmiştir
Meğer yatmadığı han
Uğramadığı kışlak
Kalmamış erkeklerimin

Az bile bana
Az bana daha hınçla vuraydı kahpenin yanağına
Az bana mektuplar ve hadım duygularla
Parklar ve sokaklar şahit tutularak odada ne var ne yoksa
Göğe uzatılarak inançla şahadet parmağı
İşe Tanrı katılarak
Bir kadına varılaydı da
-İşte bu fazla bana-
O kadın kanmayaydı
Bir kadın bir defacık kanmayaydı
-Az bana-

Bir günde iki kalleş bana fazla
Bir günde iki künde
Bir kündeden kalkmadan
Kendimi vurduysam bir şiirden ötekine
Ele verdiyse beni şiir bir müstantiğe
Az bile bana, bir mahzene iniyorum
Giderek kararıyor etrafımdaki hava
O da iniyor biliyorum
Sarsıla sarsıla köpüre köpüre
Çarpa çarpa kayalara
Ama yüzünü her gün biraz daha az

Ay doğarmış onun gündüzlerine
Fecrinde bile ay doğanın
Ay parçasını taşa çalmak nesine
O ağır elin yüze inişinde kir insafsız bir infaz
Az bile bana
Bu bir macera
Bu özleyiş bu vazgeçiş
Bu gark olan ıstıraplara kolokyumlarda
Minik tüplerde, atomda hapsolan hava
Bu uzuvlarımdaki heves-i infilak
Bana fazla

Doğduğu güne
Battığı güne
Gelmişine geçmişine
Ay doğarmış bana fazla
Ay boynunda zifirî bir kolye
Yar koynunda zift karası gözlerle
Geçer lâkin meydanlardan kavşaklardan
Geçer lâkin üstü başı iki dirhem
Sulh bilmeyen gözü gönlü
Kırpık kırpık
Lîme lîme

Bunlar senin bulvarların bunlar senin
Bunları saymadın çiğnediğin çiğnendiğin
Saymadığın bulvarların
Bunlardan ikiz kalpler doğurdun
Yumuşacık sözlerle fakihlerin hükümleri üstünden akardın ya
Can havliyle bir hizaya girerdi kıstasların
“Haykır kime lâkin” bunlar senin
Onlar senin sen sahibisin gönlünde yatan her yiğidin
Başını yaktığın başından baş aldığın aşkından baş alamadığın
Az bile sana
Çok sevmezdin zâhir tez olmasın diyedir firakın

Aç değiliz avuçlar yere doğru şükürle toprağa kapanarak
Yine şükürle göğe açılarak
Bütün açıklardan nüfuz ederiz içe içe en içe
Dilimizde –üç öğün beş vakit- her kilidi kıran sûre-i tevbe
İçtiğimiz mey kırdığımız şişe
Gördüğümüz düş bitmeyen didişme
Ortak ha kinle ha kölece bir düzenle
O da iniyor biliyorum
Dimdik hızla erkekçe güvenle
Boynunda yüzyıllık kirişleri tonozları inleten hüküm
Tartaklanmış kollarından uzattığı mengene az bile bana

İniyorum çelik kollardan
Kıskaçlardan uzaklaşarak suya
Suda haber suda üç güne değin yol görünür hep görünür
Yaşıtlarım hemcinslerim erkeklerim yollarda heder olmuştur
Hem besmelesiz,
Bense hep suya inanarak
Sudan başlayarak
Su gibi akarak su gibi aziz
Bir su görünmezse bana ya?
Ya bir kürek bir kazma
Ya bir zincir bir tasma

Ya bir şahan? Az bana!
İsterik ve tekinsiz bir karga!
Mer’aları kaplayan ehil ve yabanıl
Bu havayı kıpkızıl
Sürülerle kanatlı ve alıcı
Pençesinde birer canlı
Benim sürülerim isterik ve tuhaf
Bu zerrelere kadar
Damarları bir koşu kat edip içe işleyen
Bu deveyi yardan uçuran merak
Bana fazla!

Hayriye Ünal

Hain

Sana üç haftadır ihanet etmiyorum
Sana üç hafta dile kolay
Sana –laf aramızda- hafta değil
Tam üç koca ay
Bile değil gerçek olan üç yıldır
Ne ihanet… ne ikame…
Herhangi sebeplerle

Ben miyim taraçada bu oturan
Bu taraça halka bakan
Müzmin akıntılarla ben sırnaşık türkülerle
Koşuşan trombositlerle kanında bir delinin ben ay endam?
Çukur avuç bir dilenci bir de kapımdan geçmesin mi
Bükün dedim kulağını isteyicilerin
Haspama da tez elden kurşun döktürüverin

Sana merhaba der miyim desem olur mu
Bunu bile bilmiyorum sen orada nasılsın bunu da bilmiyorum
Bense iyi değilim, iyilerdenim ama
Hain olmadım hiç ne fikrimi bozdum ne ağladım bir damla
Bile harcamadım harcamadım
Çelerek aklını çelimsiz bir adamın
Adımlarını birbirine dolaştırmadım vallahi dolaştırmadım

Ama şaştım kendi adımlarımı
Adımlarımla adamlarımla kaskalabalık başımla
Kafamda düştüm kireçli bir çukura
Şiirler yazıp şiirle örülecek bir kurtuluşa..
Kurtların uğramadığı bir kurtuluşa..
Bize yalan söylediler!
Kurtuluş yok!.. Olsaydı elverirdiler

İkinci yeni kendini kurtarmakla
Bize bıraktı boğuluşunu toza boğdu da açtığı yolu
Ne komik biz burada biz… yani ben
Ben… Ben düşeyazdım kostak çelmelerle
Usta fırçalarla suretimi çarpıttım da
Almadım bir lokma sofrasından sana küfredenin
Şiirler yazdım ve yasakladım ah u enin

Şiirle sana uzatılacak bir doğruya inandım
Sana bir şey uzatılabilir sandım
Sana bir şey uzatmakla
Küfre girdim girdabımda boğuldu bin saka
Üşüyerek ölürdüm hep üşürdüm hep üşürdüm kış yaz demezdim
Üşüşürdü sakalar düşlerimden taşarken
Hepsine bir mezar beğenirdi Ankara

Ô mon enfant épuisé!*
Üşürdüm kanat dalgandan “mollement balancés sur l’aile
Du tourbillon intelligent/ dans un délire paralèle”**
Bu civarda kaldırmazdı kimse beni, ölürdüm
Sanırım huylanmışlardı ölüşümden her gece
Sana bir elçi gönderseydim çullanıp üstüne korkuturdun
Sana bir kuş gönderseydim etine tamah eder vururdun

Beni bir kere affet ki çıkayım ihramdan
Keçe çadırda tozlandı saçımdan parça alayım
Sözcükleri kitapları taşa çalayım hepsi yansın
Affetmezsen ölüşümde bir yılgınlık olacak
Affetmezsen kan kusacak
Kin kusacak yağlı kendir paslanacak
Beni yüz bin affet bu kötü can ancak bağışlanacak

* Behey benim bitap, verimsiz çocuğum!
** “Gevşekçe sallanarak kanadı üstünde
Zihin kasırgasının
Paralel bir sayıklama içinde”
(Baudelaire, “Aşıkların Şarabı”)

Hayriye Ünal