Geç geldin ey Musa

IV. Şiirler:

I.

Geç geldin ey Musa
Mucizeler devri sona erdi
Bastonunu Charlie Chaplin’e hediye et ki
biraz gülelim.

II.

Rüzgar esintisiyle gittin
Sevinçliydiniz
Hem sen
hem:
Tesadüfen ağaç dallarının
gölgesi arasından geçen o
muğlak avcı.

III.

Ölüm işaret ederek sadece sorar:
Hangisi?
Ve biz şaşkınca, lal, birbirimizin yüzüne bakar dururuz
Sorar: hangisi?
Ve alır sizi bir küfenin içine koyar,
Uzaklaşır.,

IV.

Ne toplantılar,
Ne ödüller
Ne de senin diline şifa veren o kutsal ad
tümü yararsız,
sonunda ölüm gelir
çünkü onun tüm bilgisi:
Senin adından ibarettir.

Langroodi

Eylül

“Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka…”(Cemal Süreya)

Eylül

Furuğ Ferruhzad’a

Saatlerce masanın üstündeki telefona baktı. Elleri koynunda… düşündü… düşündü… ve nihayet düş/ürdü… koynundan… ellerini… Bir de sıkı sıkıya tuttuğu yeşillerini.

“Olması gereken”, dedi… ”Çünkü güz geldi.”

Tüm sabahlara gölge düş-tü… ”Eylül düştü… Düş-tüüüüüüü!” diye bağırdı Güneş ardından. Eylül de anladı… Hiçbir şey artık aynı kalmayacaktı. Düş-enleri toplasa, düşmemiş gibi yapabilir miydi? Boşluk…
Kendisine sarılan her şeyi sımsıkı tutardı. Bitti. O ana kadar başlamış olan her şey bitmişti. Başlayacaklar henüz düşmemişti ellerine. Bundan böyle yalnız yüreğin hükmü geçerdi gözlerine… Eylül! Ona düşen susmaktı bundan böyle.

Susmak; söylenmemiş sözcükler diyarı…

— Pencereye bak, Eylül! Gazel rengi gökyüzüne bak, dedi Güneş.

“Düştüğüm yerden hiçbir şey göremiyorum Güneş! Sesini duyuyorum yalnızca. Pencereyle görmek arasında ayrılık var, Güneş.”

Ayrılık: En ağır kelime…

Kavuşmak bile onun ardından koştu. Beklemek geldi. Beklenti vakti… Güneş, şaşkınlıktan donup kaldı. Eylül’ün yerde yatan bedenine baktı.

— Eylül? Hadi kalk! Senin zamanın şimdi. Korkuyorum. Lütfen sesini aç… Gözlerini aç! Eylül!

“Sarsma beni Güneş! Duyuyorum seni, derinden gelse de sesin… Konuştuğumu sanıyorum, yalnız kendime varıyor anlattıklarım. Ne yapayım? Kalkamam ki Güneş! Bu kez yürüyemem eskisi gibi. Dahası dağılmaktan korkuyorum aslında. Varlığım ağrıyor anlıyor musun? Var olduğu yerler kanıyor…”

— Beni telaşlandırıyorsun, Eylül!

“Gölge etme Güneş! Çık doğ sen sabahlara! Beni eskisi gibi kalkmaya özendir.”

— Yoksa ağlıyor musun Eylül? Ağlama!

“Güldürme beni, Güneş! Eylül ağlamak için gelmiş dünyaya. Kaç ay oldu? Sulanmayı bekleyen ağaçlar var. Ben, sonsuzluğun caddesinde, üstelik gece, yürüyorum. ‘Gerçeğin türleri’ demişti biri… Gerçeğin kendinden başka kimi var ki… Biliyorum şu aralar gerçek de kimsesiz, benim gibi. Yapayalnız ve üşümüş. Bu yüzden sakladı ya yüzünü ebediyete dek. Ben de terk ettim gerçeği. Artık kendi gerçeklerim var. Ve ardımda yarım kalmış aşklar var, Güneş! Onlar da benim gerçeklerimin bir nevi türleri oldular. Onlar da yarım kaldı diye avuttum kendimi. ‘Değiller’ dedi yalan, bir buçuk oldular. Bana sabahlarımı ver, Güneş! Sadece sabahlarımı… Sen iyisi mi bat ya da git yat Güneş!”

— Eylül! Kalk hadi. Bak daha yeni başladı güz. Arınacağız, soyunacağız üstümüzde ne varsa.

“Hala buradasın, Güneş! Buradasın da neden yalnızmışım gibi geliyor bana. Hadi git sen, kalkarım ben hazır olduğumda. Bırak beni şiirimle baş başa. Cümlelerim devrik, Güneş! Onları bile koyamıyorum sıraya.”

— Eylül! Kar yağıyor.

“Öyleyse Güneş, ne işin var senin hala burada? Sana doğmanın sakıncalarını öğretmediler mi?”

— Eylül! Soluğun inip çıkıyor göğüs kafesinde ama…

“Öyle uzaktayım ki…”

Eylül, bir ay kadar düş-tüğü yerden kalkamadı. Penceresine her gün boş bakan aydınlıklar uğradı. Eylül! Düş-en düş-lerini gecenin yatağına taşıdı. Zaman yürüdü… Saatler eskidi. Eskiyenin yerine yeniler geldi. Sonra Güneş doğmanın sakıncalarına inat, Eylül’e bir sabah verdi. Eylül o gün ayağa kalktı. Zamanın tozlarını silkeledi üstünden.

— Eylül! Seni görmek ne kadar güzel?

— Hoşçakal Güneş! Bir günüm kaldı, gidiyorum ben. Öğrendiğim her şey şu defterde yazılı. Yarın Ekim gelecek. Ben geçmişin tüm artıklarını yüklendim. Ona bâkir bir güz bıraktım. Güzel saçlarını seninle örsün her sabah. Ya da ne bileyim savursun rüzgârın şarkısında. Bundan sonra düşüncenin önünden gitsin düşler… Düşmeden nasıl yaşanacağını öğrensinler.

— Eylül! Seni dimdik karşılayacağım gelecek yıl. Üstüme yağmur düşmeden, gezeceğiz seninle sonsuzluğun caddesinde. Bu kez aydınlığın dolu dolu baktığı yerlerde. Özletme Eylül! Zamanında gel…

— Sen de Güneş! Islanmış ağaçları yeşillendireceğim diye yorma kendini. Onlar, bilirler işlerini. Soğuk bir mevsim geliyor Güneş! Üşüme sakın!

— Sen beni merak etme Eylül!

— Sağ ol Güneş! Bak, artık cümlelerim devrik değil… Dimdik! Düş-ler gözlerini dört açtılar… Unutma! Ne kadar safsalar, o kadar yüksekten düş-erler.

— Nerede kaldın, Eylül!

— Geliyorum Takvim! Bir pencerenin kıyısında, Güneş ile sohbet halindeyim, batmasını bekliyorum. Yoksa mevsimsiz yağan kar gibi, zamansız olmaz mı benim de çekip gidişim, olmaz mı?

Arzu Eylem
Eliz Edebiyat Mart 2011

Bedelli İyilik

İki iyi , bir ilişki etmez…
İki iyi; bir iyi, bir kötüden kötüdür…
İki iyi birbirini terk etmeyecek kadar iyidir…
İki iyi yufka yüreklidir ; hor görmek gerektiği yerde bile görmezden
gelir
iki iyi…
Oysa ilişki ;
büyük tartışmak ister , kalp örselemek ister…Kabuller yıkıcı
ustalarıdır
ilişkinin… Nerede damarı bilir, basmazlar üzerine…Büyük
işkenceciler
gibi tıpkı ,
sonuna kadar yaşatırlar kurbanlarını…İki iyiden iyidir , az daha
gaddar
olanı… Sorunsuzluğun sorumsuzluğunu görür O…
Uyumsuzluk ;
dışarıdan bakıldığında sakil duran bu dik yanı insanın ,
üç maymunu oynamayı bilmez…
İyileri sevmemek elde değil ama ;
bir ilişkide sevmek , asla yetmez…
‘bırak dostuna merhametin sert bir kabuk altında saklansın ; üzerinde
sen bu
kabuğun bir diş kırmalısın.Böylece lezzetlenir ve tatlılaşır o’*
Görmemek mümkün değilse de emeğin ilişkilerde ne denli olmazsa olmaz
olduğunu, üşenir insanlar , ağızlarının tadı kaçar diye ödleri
patlar…
Çünkü itaat ilkeli çocuklarıyız dünyanın…

Aykırılık ya delilik alametidir ya da ‘rahat batıyor’ der
geçiştirilir…
Gül gibi yuvaların insanlarıyız hepimiz…

Dışardan bakıldığında öyle aydınlık ki evimiz , kör ediyor bizi ,
farkında
değiliz… Kuşkuculuk tam da muhafazakar Avrupa’nın kırk don üst üste
giyildiği zamanlarda çıktı uyumsuzların akıl kenarından…Sonra
doğacılık ve
birey hakları…
Kısaca her fırsatta küçümsediğimiz romantizm ; kralları indirdi
tahtından ve
yerine‘doğa’ ve‘ben’ oturdu….Bastırılan her ne varsa , susulan ,
kabul
edilen , varsayılan ne varsa yerin dibine oldu. Ama hızını ne zaman
aldı ki
insan?..
İyilik bile dayanamadı iyiliğine , bokunu çıkarıp daha iyi bir dünya
için,
iki dünya savaşı çıkardı…

Varsayılan iyilik, saatli bomba gibidir insan gönlünde…

Çünkü kavgalar önce kendine,sonra diğerlerine soru sormakla başlar…
İşte tam da burada çok lazımdı ahlakçılar…
Çünkü güç,baki bir suskunluk taşır namlusunda.
İşte iki iyi ve korku… Korku mecbur bırakandır diğerine…İyilik
korkuyla
beslenir…
İyilik korkunun aslında ta kendisidir…İş dünyasında üstüne ,evde
eşine
,annene, babana, kardeşine,dostlarına ve hatta düşmanlarına iyi ol!
Sen değilse de , toplum okşar sırtını iyi bir örnek ol!…
İyilik doğal değildir …Bir dayatmadır o ; ‘ben’ den başka herkesi
memnun
eden…
Ona erdem diyenler var olan; –varsayım değil-derin dünya
düzenleridir…

Oradan, genel merkezinden iyiliğin;
baş koyduğumuz yastığa sızan , mutfağımıza,oturma odalarımıza ,
düşüncelerimize sızan iyilik …
Sorduklarında ;‘iyiyim ,iyiyiz…,’
kendi içinde; ‘değilim ,değiliz…’

– ama siz öyle uygun gördüyseniz eğer ,bunu yaşamaya değer…-

İyilikten başka meziyetleri olmalı ilişkinin…İlişki , iyi bir
ilişkiden
çok ötede olmalı… İstemek sık sorulmalı , özlemek…Kabuller ,ön
koşullaşan dokunmalar hissedilmeli…

Konuşmak için çabalamak değil,konuşmak içsel olmalı.

Sevgi taş kömürü gibidir…Kendi haline bırakırsanız kendini
kilitler….
İç dumanı öyle yoğundur ki sert bir süngü olmalı ocağı harlamak
için…
Sert darbelerle hava delikleri açmak gerek sevgiye…

Cesur olmak iyi olmaktan iyidir…

Kaybetmek hep vardır; bunu görmek kuşkulanmak değildir…
Gerçek varsayılan düzenden daha gerçektir…
Öyle salt dır ki o , hak gibi ,doğru gibi tartışmasızdır…

İki iyi , bir ilişki etmez…
İlişkileri sadece ‘iyi’ olan topluluklar aşkı bilir ama , öğrenemez…

(dip not:*Nıetzsche/Zerdüşt Böyle Diyordu )

Tarkan Ragıpoğlu

en ağır yük yalnızlığım

şairler ekmek satın alır
fırıncı şiir okur mu

şairin karnı acıkmasa
şiir yazar mıydı
sakalının telleriyle
Beyoğlu’nda

şairini bulmadığı için mi
intihar etti
yazılmayan şiir
yoksa okunmayacağı için mi

tuzluğun içinde pirinçtir şiir
gün gelir kıtlık olur
pişer gizlice…

şiir şişman olduğuna
pişman değildir
çünkü her şiirin bir koca
bin metresi vardır

çocukları olsun diye mi
çirkin bir şiir kitabı
yanına konmasını ister
güzel bir şiir kitabı mı

bir kadının gülüşü
kıpkırmızı bir karanfil
şiir olur şairin gözlerinde
ama şairin gözleri
şiir değil

şimdiye kadar taşıdığım
en ağır yük
yalnızlığım…

Hüseyin Avni Dede

Giyotinsiz Karanfillere Ağıt

kendimden biliyorum
sizi de ağlatırlar bir gün
nasibi acılardan alırsınız
sizi de öksüz bırakırlar bu kentte
bu kentte boynu bükük kalırsınız

kendimden biliyorum
hangi çiçeğe uzansanız
karanfil takılır elinize
güneşi eksik olmayan bir yürekle
ölü sokaklardan geçersiniz
dar ve uzun
ister istemez yalnızlık girer kolunuza
acıları bir kenara itmek isterseniz
kendimden biliyorum
zamanı kurşun gibi eritmek istersiniz

kendimden biliyorum
siz de alışırsınız zamanla
alıştım karlı gecelerin yağlı karanlığına
sattım kırmızı kazağımı ve akik yüzüğümü
kırmızı kazağa ellibeş lira verdiler
akik yüzüğe yüzotuzbeş
cebimdeki yirmi lirayla ikiyüzon etti
alıştım yağlı karanlığına karlı gecelerin
giyotinsiz karanfillere ağıt tuttum
önce aklımdaydı suyu ekmeği umudu
sonra unuttum

Hüseyin Avni Dede

Senfoni

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.

Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum…

Turgut Uyar

Sus Yoksa Vururlar Bizi

yalındı. duru bir göktü yüzü
ona aşık olduğuma yemin edebilirdim

gençtim o zamanlar. bir bira şişesi kutsuyordu bedenimi çoğunluk.
adamlarla sevişiyordum. benim seçiciliğim yönetiyordu dünyayı ve insanlarım mutluydular.

bir gün devrim oldu. bu kenti yıktılar
ve biz sevişemedik hiçbir zaman
neden diyordu, ellerini neden aldılar senin
suçluydum dedim. çünkü bu insanları ben çok sevdim
gitme diyordu. kaçalım buralardan ve ellerin bir gün geri dönebilir
bu şehirler yeniden var olabilir
şş, sessiz ol şimdi. yoksa bizi vururlar

neden diyordu, ellerini neden aldılar senin
devrim oldu. bu kenti yıktılar
biz sevişemedik. hiçbir zaman
suçluydum dedim. çünkü ben bu insanları çok sevdim
gitme diyordu. kaçalım buralardan ve ellerin bir gün geri dönebilir
bu şehirler yeniden var olabilir
neden diyordu

neden
yalındı
duru bir göktü

yüzü

ona aşık olduğuma yemin edebilirdim

Ilgıt Ezgi Üner

Buğulu sözlere övgü

   Ne zaman yurtdışına çıksam, pek sık sayılmaz, yılda bir ya da iki kez, memleketi özler gibi rakıyı özlerim. Rakının kokusu ve buğusu, memleket havası gibi gelir bana. Rakıyı da çok ve sık içtiğimi söyleyemem. Hem rakı içmekle içki içmek aynı şey sayılmaz bana kalırsa. Rakı içmek açık havaya çıkmak gibidir, bir teneffüs duygusu yaşatır insana. Demdir ya rakı, her şey bu demden nasibini alır sanki. Demleniriz, söz de demlenir, anılar, gençliğimiz, dostluklar, aşklar da demlenir rakıyla beraber. Başka içkilerde olmayan bir şey vardır rakıda, en çok geçmiş vardır, içtikçe geçmeyen bir geçmiş demlenir durur içimizde. Ben o demi seviyorum işte. Demde bir cem vardır çünkü, bir olma hali vardır, o yüzden rakı mümkünse meyhanede ve elbette dostlarla birlikte içilmelidir. Yıllar önce gördüğüm bir karikatürü hatırlıyorum: Meyhanedeki yalnız adam başında dikilen garsona ‘rakı makı istemez, bana muhabbet getir’ diyordu. Üzücü ve ‘öğretici’ bir karikatürdü. Rakının olmadığı bir meyhaneyi düşünebiliyor musunuz, yanında sözün olmadığı bir rakı da öyle çıplak, terk edilmiş ve ıssız gelir insana. İnsan da ıssızdır o rakının yanında. Rakının buğusu üzümün buğusudur ya rakıyla buğulanan sözü nasıl yabana atarsınız? Rakıyla buğulanan sözler de, aslında hangi viranbağlardan kalmışsa bardağı taşıran üzüm taneleridir. Buğulu sözler, olağanüstü cümleler kurmak üzere seçilen, parlatılan sözler değildir. Tam tersine, belki de en çok o saatlerde bize ‘insan olma vakti’nin geldiğini en çok duyumsatan sözlerdir. Buzlu rakıların içimizi ısıtan gevezeliklere yol açması belki de bu yüzdendir. Sözleri, mezelerle karıştırmamalı. Sözlerin meze gibi harcandığı bir masa hemen soğur ki o saatten sonra rakı da beyhudedir söz de. Hem rakıyı da fazla söze boğmamak gerekir. Söz ve rakı birbirine eşlik etmelidir. Belki de sahici meyhanelerde hariçten gazel okumanın yasak olması bu sebeptendir. Rakının ‘ara soğukları’nı sözle doldurmaya çalışıyoruz ya, aslında bu rakıya da hayata da hürmet göstermediğimiz anlamına gelir. Hem de hayatta sözleri de meze gibi hızla ve kolayca tükettiğimizi gösterir. Oysa hayatın bulutlu sözleri, rakı burcuna geçildiğinde dilimizden mavi sözler olarak dökülecektir. Rakıyı yudum yudum içmekle hayatı yudumlamanın özeni de, aynı sabır, şefkat ve usulluk içinde gelişmez mi? Sözler de böyle buğulanır, yudumlanır ve demlenir. Demsiz söz, vakitsiz rakılar gibi, çoğaldıkça anlamını, güzelliğini yitirir. Rakıda da öyle değil midir, haddini bilmezsen rakı sana haddini bildirir. Rakıyla sözün adabı birdir, tartımlıdır, yeterincedir, halince, vaktincedir. İkisini de küstürmemeli, ne sözü, ne rakıyı. Sözün demi ile rakının demi cem olduğunda ancak sözler buğulanır. Söylenir, işitilir, duyulur, gider, gelir. Yoksa söz olur, ortada kalır. Aslında rakı vakitleri her zaman aşk vakitleridir. Rakı da aşk gibi mavi bir demdir. Elbette sözün de, rakının da, aşkın da bir dem olduğunu can kulağıyla duyanlara…

Rakı ve Kadın

Herkes rakıyı erkekler içer zanneder. Oysa bence rakıyı en güzel kadınlar içer.
Rakı kadındır, kadın da rakı.
Birbirlerinin halinden, tadından anlarlar.
Hiç konuşmadan anlaşırlar.
Yalnızlık zor ve çekilmez geldiğinden ikisine de, yanlarında mutlaka balık ve peynir ararlar.
Ufak tefek tatlardan ve hatta acılardan da haz aldıklarından, yanında mezesi olmadan duramazlar.
Kadının içindeki beyazdır rakı.
Buğudur, dumandır. Mesafedir.
Hem şeffaftır, hem bulanık. Temkin ister.
Alışmak için zaman ister, alıştın mı da dikkat ve özen ister.
Kadın o yüzden pek güzel içer rakıyı.
Kadınlığının içinde saklanan erkektir rakı. Güçtür. Meydan okumadır.
Elinde rakıyı erkek gibi tuttun mu, gözdağı verdirendir.
Dik durmaya zorlar adamı.
Eşitliktir rakı.
Doğu”nun içindeki Batı, Batı”nın içindeki Doğu”dur. Anadolu”dur.
Anadolu kadar yaşlı, onun kadar çeşitli, renklidir.
Politikadır, yenilen kazıktır, şikayettir, isyandır.
Kalabalık sevdiğinden doğurgandır.
Bir kişi başlarsın bazen içmeye, bakmışsın olmuş masada 10 kişi.
Hiç bilmediğin nağmeleri öğretir rakı.
Bildiklerini unutturur. Mucizedir.
Türk sanat müziğidir. Durup dururken ağlatır, olmadık yerde kahkaha attırır.
Kadın ruhludur rakı. Daldan dala her türlü duyguyu tek kadehte yaşatır.
Kafayı buldun mu, bet sesindeki buğulu nağmedir rakı.
Masadan kalkmadan, yıkılmadan, rezil olmadan darmaduman olmaktır.
Kadın gibidir rakı diyorum ya, çünkü içmeyi bilmeni ister rakı.
Kolay değildir. Dalgaya gelmez, hassastır.
“Şerefe!” dedin mi, o sofrada anlatılan her şeyi sır gibi tutacağına dair “şeref sözü” verdiğin namustur rakı.
Kandırılmak istemez. Yalandan haz etmez.
Gerçekleri ortaya döker rakı.
Hesaplaşmadır. Yüzleşmedir.
Rahatlamadır.
Rakı-balık masasında yoksa kadın, masadaki erkeğin dilindedir, havasında vardır.
Rakı kadınsız olmaz. Haremlik selamlık durmaz.
Bir tek önyargı rakıyı erkek içer zanneder.
Rakıyı erkek gibi kadın da içer.
Bu toprakların parçasıdır rakı. Dil, din, ırk, köken bakmaz, tanımaz, ayrımlarla uğraşmaz.
Uhu”dur rakı; birleştirir.
Sarı Zeybek”tir, Yeşil Efe”dir, eskiden kalma ama Yeni”dir rakı.
Beyaz leblebimizdir.
Geçmişten bugüne, bugünden geleceğimize mirastır. Gelenektir.
Yasak tanımaz. Özgürdür.
Hicazdır, nihavenddir. “Makberdir”, “Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” diyerek hayata avaz avaz tutturandır.
Deşarjdır, “İkinci bahar”ımızdır bizim.
“Kalamış”tır.
Bizimdir, bizdendir. Eskimiz, yenimiz, tarihimizdir.
Yadigardır.
Sözünü esirgemeyen kadın gibidir.
Benim gibidir…
Rakı.

Mehmet Nuri Sönmezer

Bir Sırrım Yok

Bir sırrım yok, Kalbim açık bir kitab’a benziyor.
Zor değil , aç oku.
Tarih, sana bağlandığım günden itibaren başlıyor.
Ne yapmışsın böyle kendinle?
Sesini yeryüzüne bağışlayan kadın.
Yeşeren ağacın gölgesini bana bırakıyorsun,
huzura erişmem için.

Neden yeşil mürekkebi döktün?
Seni çizdiğim o rengi.. Sonra
Ak, Kara bir kadın’a dönüşürsün işte.
Kim rüzgarın yolunu kesti?
Yağmurun sesini, Buğday gövdesinin ağırılığını,
Yasemenlerin bağışlayıcı ruhunu?
Kimin yüreği rüzgara yön veriyordu?
Med-Cezirlere?
Gemilerin şarap, fildişi, nar arayışlarına?

Sen fıncanımda görünmeden ,
Kimse kahve falımı okuyamaz biliyorsun.

Ve hepimiz
Her şeyi inkar edebiliriz
Tanıdık dost kokusu haricinde..
Ve hepimiz
Her şeyi gizleye biliriz
içimizde adım atan o “kadın” haricinde..

Nezar