Soneler

I

Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;
Aşındırarak bütün güzel duyguları.
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları.

Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,
Damağımda kösnüyle gezinirken;
Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,
Dışarda rüzgar acıyla inilderken.
Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,
Seninle bir döşekte sevişirken bile.
Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,
Çarşılarda, pazarda ellerinde file.

Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka;
Bir şey yok paylaşacak acıdan başka.

II

Nasıl bir acıdır bu bir düşün;
Yüreğimin yumruk kadar çaresizliği,
Sığlığı alışılmış bir günün,
Gecenin karanlık belirsizliği.
Yarın, yarın ve yine yarın;
Hep bugün olan aynı yarınlar.
Düş kırıklığı gibi kötü gelen zarın,
Varımı yoğumu elimden alırlar.

Ve ben dönüp yine sana gelirim;
Elimde somun, gözlerimde mıh.
İşte bugün de kaybettim derim,
Aklımda dimdik duran bir çarmıh.

Güler yüzle karşılama beni sakın;
Güzel sonuma bırak ölümüm yakın.

III

Bu uydu çağında çaresizliği gördüm,
Sinekler konarken insan yüzlerine.
Hastane kapılarında ağıtlar duydum,
Gözü yaşlı kadınlar vururken dizlerine.

Soğuk kış günleri karla kaplı yollarda,
Gördüm hata çıka yürüyenleri.
İple dikilmiş yırtık lastik ayaklarında,
Yaka bağır açık bir ceketti giydikleri.
Ve akşamla birlikte gelirdi adama alkol;
Sahada yanarken kuru meşe odunu.
İç dostum derdi beni, iç ve yok ol.
Silerdi içimdeki utanç duygusunu.

Acının dudakları varsın benimle solsun;
Kapım açık her ölüme nasıl olursa olsun.

IV

Bende vardı, ama ben yıllar yılı,
Bende olanı hep sizde de aradım.
Biraz ürkek, biraz suçlu, kaygılı,
Yüreğinizi sezdirmeden yokladım.

Dem çekse bir güvercin karşı çatıda;
Sizdekini arardım bırakıp bendekini.
Böyle böyle gördüm işte sonunda,
Bir yılanın deri değiştirmesini.
İnsanın talihsiz oyunudur bu,
Yıkımı yine kendi elinden olur.
Engelleyemez paylaşmak duygusunu;
Gün gelir yorulur, kendini de unutur.

“Ben buraya bebe hakkı için geldimdi;”
Ben kimdim unuttum, bebeler kimdi.

V

Beraberken kıymetini bilemedimdi;
Elim ayağımdın sanki, zora koştuğum.
Bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi,
Kaybetmekten deli gibi korktuğum,

Bir kum saatıyım sensiz geceden gündüze,
Altı durmadan üstüne getirilen.
Bu nasıl zaman ki çakılıp kalmış güze,
Doğmamış çocukları evlatlık verilen.
İşte böyledir gülüm bazı şeylerin
Hiç hissedilmez varlıkları ama,
Yoklukları bir uçurum kadar derin
Baş döndürür kıyısında nasıl da.


Ey bir hüznü büyüten solgun anne!
Sen de düşün benden sana kalan ne.

VI

Sen ey kendine bölünen, gel beni dinle;
Kurtulmak için benliğini saran kederden,
Bir terminal büfesi ol yüreğinle
Ve açık tut gece gündüz demeden.
Hesaplaş yüzyüze karşılıklı ölümle,
Vakitli vakitsiz seyret gelip gidenleri.
Gurbetle sılayı birbirine düğümle,
Bir gözün ağlarken varsın gülsün diğeri.
Sen ki banarsın altın suyuna,
Yıllardır bir ziynet gibi kendini;
Bırak lağım karışsın bundan sonra kuyuna,
Biraz da pislikle sına erdemini.

Hasrete, açlığa, yokluğa dokun;
Bakalım o zaman neye benzeyecek kokun.

VII

Başımda siyah şapka, elimde çiçek;
Bekliyordum ikide bir saatıma bakarak.
Yüreğim dalından düştü düşecek,
Çıplak bir ağaçta sanki tek yaprak.

Derken sen geldin bir sis içinden;
Serildi dürülüm, dolaşığım çözüldü.
Bir mavilik yayıldı etrafa gözlerinden,
Yalnızlığım çaresiz bir köşeye büzüldü.
Ne ben bekledim oysa, ne de sen geldin;
Gerçekleşmedi henüz söz ettiğim buluşma.
Çünkü sen benim hak edilmiş ecelimsin,
Nasibim olacak ömrümün sonunda.

Herkes kendince göçer bu yeryüzünden;
Kimse pay çıkarmasın başkasının ölümünden.

VIII

Neden diyorum kendi kendime hep;
Üstelik param da varken ve tokken karnım,
Acaba nedir duymama sebep
Gülmek eğlenmek isterken canım,
İğneden geçirip ebruli bir ipliği
Ucunu düğümler gibi birden,
Duyuvermem içimde o kekre garipliği
Rengi değişmiş ter ve kirden.
Neden, neden diyorum ama;
Ekmek almaya gönderen çocuğunu,
Dul bir kadın geliyor aklıma
Ve ben bilmiyorum o kadının kim olduğunu.

Demek ki benim içimde bir ben daha var;
Hem ben olan, hem siz, hem onlar.

IX

Anılar geliyor bazen ister istemez akla;
Burnumdadır kokusu cumbalı evimizin.

Taş sektiriyorduk büyük bir mutlulukla,
Çalkantısız yüzünde dupduru bir denizin.
Metal paralar sektiren biri vardı aramızda;
Bir testere ağzı olurdu onu görünce sular.
Yaylanıp parayı çalımla savurunca,
Kanardı denizin sırtına açılan yaralar.
Tadarak güzelliğini Türkçenin kana kana,
Taşlarımız sözcükler oldu şimdi irili ufaklı.
Söz sektiriyoruz artık kimimiz imgeden yana,
Kimimiz kılavuz etmiş kendine aklı.

Denizde para sektirenler ortalardadır hâlâ;
Ben diyorum henüz erken, vakit gelmedi daha.

X

Öyle bir taş yapı ki yuğrulmuş nakışla;
Onun yüzü bir Selçuklu kapısıdır yumuşacık.
Hiç girmedim içine yetindim salt bakışla,
Öpüp geçtim önünden bazen de usulcacık.
Çünkü benim yüreğim bilirim cehennemdi.
Onunsa gül bahçesi hoş kokulu, rengarenk;
Yoktu bu cihanda bence eşi menendi.
Hem insan yaşar mı sevdiğine zarar vererek!
O dedi ki bana boşuna kandırma kendini;
Umurumda değil aslında gül bahçem benim.
Koruyorsun sen kendi cehennemini;
Alevinle gel varsın kül olsun bedenim.

Düşlerimde şimdi kıpkızıl cehennem gülleri;
Soğuyup buz kestim bense, gövdem zemheri.

XI

İster sevgili, ister dost olsun,
Ayrılmak saati gelip çattı mı, sakın gizleme;
Sen omuzdan kesilmiş bir çaresiz kolsun.
Eskiye de boş ver onu da eşeleme;
Ne iyiydik’ler, yine görüşürüz’ler
Dikenli tel gibi takılmasın boğazına.

Biliyorsun bu sözler inandırıcı değiller.
Çoğaltmadan katlan acının en azına;
Bekleme aracın kalkmasını, ayrılıklar götürü.
Karış telaşlı bir kalabalığın içine,

Yürü ardına bakmadan, durmadan yürü;
Yeni aşkların, yeni dostlukların geleceğine.

Alıştır kendini her şey biter ve gömülür;
“Ve nice yazlardan sonra kuğu da ölür.”

XII

Hangi baş güzeldir bir kafatasından;
O bembeyaz yontudan eti soyulmuş?
Bir kuytu loşluk yayılır göz çukurlarından.
Ki bütün kötülüklerden soyunmuş.
Ne güzel durur bir konsolun üstünde,
Sessiz, vakur ve yaşamış ölümünü.
Konuşmayan yine de hiç hayatı üstüne,
Ne övünür, ne yerinir, deyip kesmiş sözünü.
Ben de isterdim kafatasım alsın yerini,
Bir kitaplıkta şiir kitapları arasında.
Biri anlasın ürkmeden onun güzelliğini,
Bir karanfil iliştirsin arasıra ağzına.

Desin ki; iyi veya kötü bu baş da yaşadı.
Sevdi sevildi, ömrünü bir top kemikle noktaladı.

XIII

Birbirine benzer bütün ara istasyonlar;
Sarıya boyanmış yapılar arasında,
Yutkunup duran huzursuz ağaçlar
Ve paslı bir hüzün bulaşığı her yanda.
Katardan ayrılmış yük vagonları
Yorgun beygirler gibidir raylar üzerinde.

Uzaklardan sürekli köpek havlamaları
Karışır bir trenin isli düdük sesine.
Bir adam dolaşıp durur kendine konuşarak,
Bekler belki de bir posta trenini.
İçinde bir deniz kayalara vurarak,
Parçalar hışımla kendi kendini.

Arasıra giderim o küçük istasyonlara;
Ağzımdan dilsiz bir çığlık karışır rüzgarlara.

XIV

Aklım yitirdi o parlak yalımını;
Hoş çok az güvenirdim ben ona zaten.
Gözlerim görmez oldu uzağı yakını,
Başladı sulanmaya okur yazarken.
Kendime yakıştırmalıyım yaşlılığı,

İki gözlük kullanıyorum artık.
Yaşıyorum çift başlı saçmalığı;
Yorgun bir yürekle ölesiye aşık.
Yüreğim benim, yüreğim, yüreğim,
Cesur ol ve yüreklendir beni;
Ki ona kanatlı sözler söyleyeyim.

Olgun bir elma gibi sunayım seni.

Sevda demişler buna zaman dinlemez;
Erken ya da geç gelir, bazen hiç gelmez.

XV

Bir ters iki yüz dizlerinin üstünde,
Şimdi sen çaresiz mutsuzluklar örersin.
Bir usanç büyütürsün göğsünde,
Kilitlenmiş talihine elbet küsersin.
Çünkü mürai bir kandil akşamı gibi,
Günlerin sonu hep pişmanlık getirir.
Yosun tutar umudun nazlı dibi,
İçindeki hevesi başlamadan bitirir.

Anlayamazsın nerde yanlış yaptığını.
Elindeki pelteleşmiş anahtar,
Döndürür durmadan kendi sapını;
Ömründe kapanmaz derin girdaplar açar.

Sen gel bu oyunun kuralını değiştir;
Mutsuzluk ceza değil ehven bir iştir.

XVI

Gözünde kısık bir kar gözlüğüyle,
Önlemle bakıyor dünyaya herkes.
Yüreğinin zorunlu kör düğümüyle,
Sevgisine olabildiğince nekes.
Oysa şimdi yatağında yalınayak,
Bir akarsu denize koşmaktadır.
Umudun işlek kenar süsü olarak,
Kendini özlemle çoğaltmaktadır.
Elde değil biliyorum hak vermemek,
Kıstırılmış bu ezik insanlara.
Buz üstünde düşe kalka yürümek,
İzin vermiyor ne yazık coşkulara.

Ama sen yine de kendini sınırlı tutma;
Sevgilim, akarsuları sakın unutma.

XVII

İstersen ayıpla beni, istersen bağışla.
Bilmem ne yapardım sen olmasan.
Sen ki keyif getiren yalnızlığıma,
İncecik bir kadınsın çamaşır asan.
Beni tılsımıyla bozgunlardan koruyan,
Ömrüme asılı ışıldayan nazarlık.

Seni kösnüyle düşündüğüm zaman,
İçimde fışnayıp köpüklenen sıcaklık.
Yayılırdın atlasında ürpererek tenimin,
Ürkek ve narin kuş ayaklarıyla.
Örgüsü gibi kanayan bir kilimin,
Yüzümü al basan akışkan nakışlarıyla.

Hangi suç taşır cezasını yanında?
O suç ki insanın tenini yadsımasında.

XVIII

Kuşkuyla morarırken önlerinde günleri,
Dünleri yamrı yumru kararır arkalarında.
Şu vurdumduymaz uzun ömür düşkünleri,
Pıtrak gibidir zamanın saydam kumaşında.
Uzun ömre böylesine düşkün olanlar,
Daha fazla kötülükse görmek istedikleri;

Hele bir dönüp geçmişlerine baksınlar,
Kaç bin yıllık çamurdur kişilikleri.
Korkunç gelmiyor bana hiç ölüm düşüncesi;
Bir ömrün hak edilmiş hasatıysa eğer.
Yaşamın o devingen yenilenme hevesi,
Erken bir ölüme bence her zaman değer.

Ben bir ejderin parlak pulum sırtında,
Birim düşer yerine birim çıkar sırasında.

XIX

Engel tanımaz saraylara bile girer acı;
Solgun bir oteldir yine de meskeni.

Üreyip zenginleşmektir çünkü onun amacı,
Çatlak aynalardan alır kendine gerekeni.
Özümler titizlikle aşkı da sevgiyi de,
Göz göz odalarıyla acının otel peteği.
Ürpertiyle geçen o pıhtı gecelerinde,
Konuk etmiştir kimbilir kaç kırık yüreği.
Otel ki, ebruli bir gurbet kamaştırır,
Sürme çeker yalnızlığın şehla gözlerine.
İnsanı seçsin diye ölümlerle tanıştırır,
Uyuşuk bir zamanın seğiren derisinde.

Ey otel; ülkemin ta kendisisin sen benim!
Bazen seni küçültmek için otellere giderim.

XX

İki türlü acı var, biri güncelden doğar.
Acıdır günbegün kararan gazete haberleri;
İnsanı çözümsüzlüğün acziyle boğar.
İçine kanatır sessizce umurlu yürekleri.

Bu acı her zaman umut taşır yedeğinde,
Tutunur var gücüyle zamanın akışına.

İkincisi nakıştır duygunun gergefinde,
Kök salmış özümüzün karmaşık kumaşına.
İnsanın önüne geçilmez o kavrama isteği,
Acıya dönüşür doğanın dipsiz giziyle.
Hem odur hem de değil bir kuşun teleği,
İşleviyle çakışan kusursuz biçimiyle.

Hiçbir şeyi tam anlayamaz bilinç dediğin;
Acıyla tümlenir ancak türsel eksikliğin.

XXI

Düşünde görmüş beni doğurmazdan önce;
Mahallemizdeki çeşmenin yalağında,
Suyun dibinde yatıyormuşum öylece.
Hayıra yormuş annem bu düşü uyandığında.
“Sonra bir gün gerçekten doğurdum seni,
Yalakta gördüğüm o çocuk gibiydin.”
Diye anlatırdı titreterek sesini.
“Tuhaf ama sen bana önceden gösterildin.”
İşte bu gizemli düş-gerçek yüzünden;
Evlere taşınan sevecen bir suyun,
Çalkalanıp göz göz olmuş künhünden,
El almış yüreğimle ben her evin oğluyum.

Akıl seçiklikle gösterse de yokuşu düzü;
Bazen belirsizliklerdir yönlendiren ömrümüzü.

XXII

Kendine yöneliktir sevda dediğin,
Sevgili onu varetmeye yarar ancak.

Açılır üstünde tensel isteğin,
Kılıfında bunalan bu tinsel sancak.
Sense ta derinden bütün benliğinle,
Hazırsındır birine adamaya ömrünü.
Sevdayla buğulanmış gözlerinle,
Görmezsin aynaların sana güldüğünü.

Ama diner zamanla içindeki fırtına,
Toz duman dağılır durulur ortalık.
Bakamazsın bile artık suratına,
Bir hiçtir sevgilim sandığın alık.

Gönlümdeki sevda seli taştan taşa atladı;
Ne kadınlar sevdim de haberleri bile olmadı.

XXIII

Birdenbire olur, beklenmedik zamanda;
İçinde belirsiz bir şey sezersin.
Yüreğinin yankılanan tınısında,
Bir şeydir de ne olduğunu bilmezsin.
Ne hüzündür, ne kederdir, ne acı;
Yalnızca kendisidir, kendine benzer.
Şöyle bir yoklamaktır sanki amacı,
Karıştırıp aklını geldiği gibi gider.

Ama ben inatla tetik durup bekledim;
Biraz daha bildim ki her seferinde,
İçimde bir taraz gibi sezinlediğim,
Hiçlikti özümün duygusal çeperinde.

İşte ben yıllar yılı yarı ölü yarı diri;
O hiçliğe yazdım bunca harlı şiiri.

XXIV

Durup geçmişe baktım hüzünle bugün;
Bir otele iner gibi kendime indim.

Kunt acılarla incinmiş ve ölgün,
Sağnaklardan geçtim de sonunda dindim.
Yıllardır unutulmuş suskun varlığı,
Kanepenin altından bir cam bilye
Ve bir ilk öpüşün gizemli sıcaklığı,
Seslendiler derinden bizi de an diye.
Nedir ki zaten geçmiş dediğimiz,
İçinde közler bulunan külden başka;
Zaman zaman ürperip eşelendiğimiz,
Gereksinim duydukça sevgiye ve aşka.

Geçerek dününün puslu kapısından,
Geçmişle kurtulur insan dağdağasından.

XXV

Bir iblisim, bir meleğim var benim;
Aşk ve şiirdir gizli değil adları.
Bazen iblisim melekleşir, iblisleşir meleğim,
Dilimde dolaşır acı zakkum tatları.
Titrerim bir hullalı gibi,
Ateşler içinde seğirir der

Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman;
Aşındırarak bütün güzel duyguları.
Bir yarım umuttur elimizde kalan,
Göğüslemek için karanlık yarınları.

Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,
Damağımda kösnüyle gezinirken;
Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,
Dışarda rüzgar acıyla inilderken.
Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,
Seninle bir döşekte sevişirken bile.
Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,
Çarşılarda, pazarda ellerinde file.

Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka;
Bir şey yok paylaşacak acıdan başka.

Metin Altıok

Yerleşik Bir Yabancı: Metin Altıok

‘’Ben Metin Altıok, adanmış yüreği imgelerin.

Türkçenin gece gezen mahalle bekçisi’’

İzmir’in Bergama ilçesinde 1941 yılında Göçbeyli isimli bir köyde dünyaya gelir Metin Altıok. Orta halli bir ailenin ilk çocuğu. Yaradılış itibari ile içe dönük, çok konuşmayan, çok konuşulmasına tahammülü olmayan, utangaç bir çocuk. Fiziksel olarak yaşıtlarının gerisinde, cılız ve ufak tefek bir görünüme sahip.

Metin Altıok’un şiirinde ve kişiliğinde çocukluk döneminde yaşadığı travmaların etkisi büyük. Anladığımız kadarıyla annesi Melahat Hanım çocuklarıyla sağlıklı bir iletişim kuramayan; otoriter, sert, hırslı ve sevgisini göstermeyen bir anne. Yoksulluğun ve memnuniyetsizliğin getirdiği öfkeyle bu olumsuz özellikleri giderek artar. Altıok’un, annesinden çok dayak yediği bilinir. Yaşadığı bu acılar onu yalnızlığa itip iç dünyasıyla muhasebe yapmasına, şiir yazmasına ve tavan arasındaki odasında resimler yapmasına neden olmuştur. Annesizliğin o derin üzüntüsünü yaşayan Altıok’un dünyası çocukluk döneminde kelimeler ve renkler üzerinde kurulmuş olur.

Küçük Tragedyalar (Tan, 1982) adlı kitabındaki Bir Gün Ölürüm başlıklı şiirde şöyle diyor: ‘’Ölümü arayarak geçti / Bunca yılım / Kötü annem / Beni komşunun oğlu kadar seven’’Bir insanın annesine böyle hisler beslemek zorunda kalması fazlasıyla yıpratıcı, kendisini annesinin gözünde komşunun oğluyla denk gören ve o kutsal anne sevgisinden uzak yaşamak zorunda kalan Altıok, ruhunu acılarla yoğurmaya erken başlıyor ve bu yalnızlığını Sarıl Bana adlı şiirinde şöyle anlatıyor: ‘’Bu yaşa geldim içimde hep bir çocuk hâlâ / Sevgiler bekliyor sürekli senden / İnsanın bir yanı neden hep eksik / Ve o eksiği tamamlayalım derken / Var olan aşınıyor azar azar zamanla / Anamın bıraktığı yerden sarıl bana’’.

Altıok’un, arkadaşı Mehmet Taner’e anlattığı bu hikâyelerden birini Mehmet Taner yıllar sonra şöyle nakleder: ‘’Biliyor musun, beni kaynar kazanda kaynattılar’’ dedi birden. Yüzü karmakarışıktı. Mecazi bir şeyler söylüyor sanmış ama anlamamıştım. Anlatmıştı. Küçük bir çocukken, İzmir taraflarında, annesi ve babası tarla işleriyle meşgul olurken, onu bir ağacın altına bırakmışlar. O yaz sıcağında bir akrep tarafından sokulmuş. Akrebin zehrini alsın diye çevredekiler, ateşin üzerine koydukları bir kazan suya sokup Altıok’la birlikte suyu kaynatmışlar. Gözyaşlarına boğulmuştu. ‘Küçük yahu, daha küçücük bir beden suda kaynatılıyor, düşünsene’ demişti. Yaşadığı bu travma ise Yolcu, Acı ve Yılan başlıklı şiirine şöyle yansıyor: ‘’Acı, ah acı; sokabilseydim seni / Zehirim bu kadar yük olmazdı bana’’.

Gençlik yıllarında Metin Altıok’u herkes ressam olarak bilir. Hatta Altıok bireysel olarak ya da arkadaşlarıyla beraber resim sergileri açar. Bu sergilerde sattığı resimler onun üç-dört aylık geçimini sağlar ve bu dönemde bir işte çalışmayacak olması Altıok’u mutlu eder. Çalıştığı hiçbir işte mutlu olmaz, zaten disiplinli bir çalışma ona göre değildir, üniversiteyi tam sekiz yılda bitirmiştir. Füsun Akatlı’yla beraber bir yuva kuran şairin bu yuvayı idare etmesi için para gereklidir. Füsun Akatlı’nın babasının ayarladığı bir işte memur olarak görev yapar, bu arada da okumaya, yazmaya ve çizmeye devam eder. Geniş bir okuma yelpazesi bulunan Altıok şiirde en çok Lorca, Ezra Pound, Nerval, T.S. Eliot gibi isimlerden etkilenir ama bu etkiyi şiirine yansıtmaz.

Edebi Yolculuk

O dönemde İkinci Yeni rüzgârı esmektedir, toplumsallıktan uzak biraz daha bireysel ve anlaşılması güç şiirler yazılmaktadır. Altıok’un şiirleri biçim olarak değilse bile anlayış olarak İkinci Yeni’ye yakın özgün bir şiirdir. Eşi Füsun Akatlı ise bu konuda: ‘’Metin Altıok şiirde kendini İkinci Yeni kuşağına yakın görmüştür. Şiiri onlarınkine benzemez ama şiiri onlar gibi anlar, onlar gibi yaşar’’ demiştir. Şiirlerini Soyut Dergisi’nde yayınlamayı sürdüren Metin Altıok’un henüz kitabı yayınlanmamışken 1976 yılının Nisan ayında Milliyet Sanat Dergisi’nde Behçet Necatigil, Altıok’un Soyut’taki şiirleri için: ‘Dergilerde şiir konusunda en çok onunkiler düşündürdü, zenginleştirdi beni. Soyut Dergisi’nin Ocak ve Mart sayılarında taze bir duyarlılığın sekiz şiiri. Meseledir.’ der, Behçet Necatigil o sekiz şiire bakıp Altıok’un derin bir ‘mesele’ olduğunu anlar, derin ve acı bir mesele.

1976 yılında ilk şiir kitabı olan Gezgin, Dost Yayınları’ndan çıkar. Daha sonra; Yerleşik Yabancı, Kendinin Avcısı, Küçük Tragedyalar, İpek ve Kılaptan, Gerçeğin Öte Yakası, Dörtlükler ve Desenler, Süveyda, Alaturka Şiirler adlı kitaplar şairin edebiyat yolculuğuna eşlik eder. Bu kitaplarda ağırlıklı olarak; acı, aşk, ölüm, yalnızlık, yabancılaşma ve kaçış temalarını işler. Metin Altıok bu kitaplara ek olarak Şairin İlk Atlası adlı deneme kitabını da okuyucuya sunar.

İlk kitabı Gezgin, 35 yaşında yayınlanıyor bu kitap yayınlandıktan sonra Politika gazetesinde Turgut Uyar kitap hakkında şöyle bir yorum yapıyor: ‘’Metin Altıok birden yetkin bir ozan olarak karşımıza çıkıyor. Kusursuzluğun o ürkütücü sessizliğiyle… Metin Altıok şiire başkaldırmıyor, sanki ona boyun eğiyor gibi. Büyük bir tatla okudum Gezgin’i. Uzun zamandır duymadığım bir şiir tadıyla’.

Öğrencilik yıllarından itibaren sürekli siyasetle iç içe olmuştur Altıok. Bir parti üyesidir ve bu partinin çalışmalarına aktif bir şekilde katılıp ömrü boyunca da desteklemiştir. Burada enteresan olan şey siyasetle bu denli içli dışlıyken şiirine yansımayan siyasi olgulardır. Şiirlerinde sosyalizmden, savaşlardan, ekmek kavgasından ya da gelecek için umutlu günlerden bahsetmez. Düşüncelerini ve politikaya dair fikirlerini düz yazılarında okuyucuyla paylaşan şair, şiirlerinde bu tutumdan uzak durur. Bunu, ‘kimliğini şiir okuyucusundan kaçırma’ ya da ‘kendini gizleme’ olarak yorumlama hatalı bir çıkarım olacaktır. Zira Altıok, şairin nasıl olması konusunda şunları söylüyor: ‘‘Şair, iç yaşantısını ve iç değerlerini dışa vurmalıdır. Çünkü her şair şiiriyle olunması gereken bir insan modeli çizer. Duygudaşlık yoluyla okuru bu modele yönlendirir. Şairin nasıl biri olduğu bu insan önerisinde gizlidir’’. Tüm bunlar Altıok’un şiire verdiği önemin bir göstergesidir, şiiri siyasi propaganda aracı olarak kullanmak ona göre değildir, çünkü şiir daha naif, daha ulvi bir meseledir, günlük siyasi uğraşlar şiirin bu hassas dokusuna zarar verebilir.

Pars ve İntihar

Çalkantılı bir hayat yaşar Metin Altıok, çünkü ait olduğu bir yer yoktur. Kendini hiçbir yere ait hissetmez sürekli bir yolculuk ve arayış halindedir. İlk kitabının adı Gezgin ikincisi ise Yerleşik Yabancı’dır. Şair, Yerleşik Yabancı adını ‘Meteque’ sözcüğünden alır, bu kelimenin manası bir kente yerleşip orada ticaret yapan yabancı kişidir. Altıok dünya denen bir yere yabancı olarak yerleşmiş ve hayatla alışverişini devam ettirmiştir. Bu gezgin ruh ve yabancılık hali günlük problemlerle de birleşince şair Metin Altıok eşi Füsun Akatlı’dan ayrılır ve Bingöle’e felsefe öğretmeni olarak atanır ya da sığınır.

Küçük Tragedyalar (1982, Tan Yayınları) Altıok Bingöl’e gittikten yayınlanan ilk şiir kitabıdır. Kitap kızı Zeynep’e ithaf edilmiştir. Altıok kitabın başında Ernest Hemingway’in içinde on tane kısa öykü bulunan Klimanjaro’nun Karları adlı kitabından bir pasaj aktarır okura: ‘’Klimanjaro 6500 metre yükseklikte karlı bir dağdır… Tepeye yakın bir yerde kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor’’Kitabın Bingöl’de yazıldığını bilmeseydik eğer bu küçük alıntı bizler için pek bir şey ifade etmeyebilirdi. Ama bu bilgiden sonra taşlar yerine oturuyor ve şairin kitabına neden böyle bir başlangıç yaptığını anlıyoruz.

Altıok Bingöl’e öğretmen olarak atandığında yeni bir dünyaya adım atmış gibi olur. Tek başına etrafında hiçbir tanıdığı yokken, iklimine, insanına ve hatta diline yabancı olduğu bir şehirde yaşamaya alışmak onun için zor olmuştur. İlk aylarda maaşını alamadığı için ucuz, kirli ve soğuk otel odalarında kalmak zorunda kalmıştır. Kendi deyimiyle Bingöl onun için berbat bir yerdir. Şairin hayatında bir kırılma noktası olmuştur Bingöl’e gidişi. Toplumun diğer yüzünü, acılarını, sorunlarını, kavgalarını daha yakından görmesi bu gerçeklikleri şiirine ustaca taşımasına yardımcı olmuştur. Artık kullandığı imgeler daha karanlık ve umutsuz bir hal almıştır; yabancılık, korku, ölüm, yoksulluk, otel odaları Altıok’un şiirinde belirgin bir hale gelmeye başlamıştır.

Bingöl yıllarında ilk defa intihar eylemini şiirine konu etmiş ve Tezgahında Acının adlı şiirinde şöyle demiştir: ‘’Bunun için intihar / Parçasıdır hayatın’’. Yazarın yoğun olarak yaşadığı bunalım ve yalnızlık onu intihar düşüncesine sevk etmiş ve intiharı bir kurtuluş olarak görmüştür. İlerleyen zamanlarda intihar düşüncesi aklında iyice yer etmiş ve bileklerini keserek bu acıdan kurtulmak istemiştir. Yaşadığı bu acı olayla ilgili şu dizeleri yazar Altıok: ‘’Köstekli şiiri ikide bir / Cebinden çıkarıp bakan / Şair ne oldu sana? / Kaç dikiş atıldı / Bileğindeki çentiklere? / Örselenmiş onurunla / Şimdi nerdesin?’’

Metin Altıok Bingöl’ün karlı dağlarında kendini yabancı bir pars olarak hisseder. İzmir Karşıyaka’da ömrünü denizle iç içe geçirmiş birinin bu karlı dağlar altına ne işi vardı? Hikâyede Hemingway’in de sorduğu gibi ‘Bu kadar yükseklikte o pars ne arıyormuş?’.

Kendini arıyordu Altıok, hiçbir yerde bulamayacağına emin olduğu kendini. Düşüp kalmaz o karlı dağlarda şair, alışır bir zaman sonra Bingöl’e. Hatta bir zaman sonra sevmeye başlar o karlı dağları, ikinci eşi Nebahat Hanım’a şunları söyler gülerek: ’’Beni hâlâ şaşkınlığa düşüren şey Bingöl’de gördüğüm şair muamelesiydi. O muameleyi bir başka yerde görmedim’’.

Acı Üzerine İnşa

Türkiye’de yavaş yavaş bir burjuva sınıfı oluşmaktadır, toplum siyasetten uzaklaşıp bireyci bir tüketim toplumu haline gelmektedir. Bir ‘meselesi’ olan şair bu gidişattan son derece rahatsızdır ve bu durum onun için acı vericidir. Kızı Zeynep’e yazdığı bir mektupta şöyle der: ‘’Zeynep’ciğim, seni bilmem ama ben hayata karamsar bakıyorum ve bu karamsarlığımın nedeni gittikçe çoğalıyor. Çünkü her saati pislik ve kan, konserve kutusu, naylon poşet, şampuan; her saat gırtlağımızı zorlayan bir çöp yığını oldu şimdilerde yaşanan. Çünkü spor toto, loto, altılı ganyan; iğdiş bir umutla sahici kılınan bir yalan oldu hayatımız’’. Toplumun bu hali onu yazmaya yönelten temel sebeplerdendir. Dışarıdan bakıldığında daha çok bireysel bir şiir olarak gözüken Altıok şiiri aslında toplumcu bir şiirdir. Bu toplumsal temalara açık olarak değinmese de anlattığı bireysel temalar ortak bilinçaltımıza hitap etmektedir yani evrenseldir. Bu konuda şunu söylüyor Altınok: ‘’Ben demek öznel duygularla dolu bir bencillik anlamına gelmemekle beraber, yığına değil insana seslenen şair için ben demek sen demekle eş anlamlıdır’’.

Herkesten çok kendini hırpalayan, hayatla bir türlü barışamayan Altıok kısaca acı üzerine kurmuştur şiirini. Ölümünden sonra, 1998 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan toplu şiirlerinin adı, tam da şaire yakışacak bir biçimde ‘Bir Acıya Kiracı’ olarak seçilir. Acı, Bir Acıya Kiracı, Yolcu Acı ve Yılan, Tezgâhında Acının, Acılarla Sorularla isimli şiirleri bile Altıok’un şiiri hakkında bir şeyler söyler bize. Bu temadan yola çıkarak şiirlerine yön vermesi kuşkusuz çocukluk yıllarına dayanır, sorumsuz bir anne, silik baba imajı ve yoksulluk.

Metin Altıok, Füsun Akatlı ile evlendikten sonra çevresi büyük bir değişime uğramış ve burjuva diye tabir edilen bir kesime yakınlaşmıştır. Oturup kalktıkları mekanlar, dostları ve vakit geçirdikleri kişiler ‘kentli’ insanlardı. Tüm bunlara rağmen Altıok doğayla arasındaki ilişkiyi sıkı tutmuş ve bunu şiirine büyük bir incelikle yansıtmıştır. Göç şiirinde: ‘’Bir daldan bir orman çıkaran / Usumuza her zaman’’, Bir Hüznün Dokusu şiirinde: ‘’Değiştirir senin de sesini / Bir akşam vakti iniltili ağaçlar’’, Ormanların Gümbürtüsü şiirinde ise şöyle diyor: ‘’Bir yüzük yaptım sana, bir yüzük ki / Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden’’.

Madımak’ta Ölüm

Bulunduğu ortam, hayatındaki insanlar, evlilikleri her ne olursa olsun Metin Altıok bu toprakların insanıdır, bu topraklarda yaşayan herkes gibi, bir tarafından toprağa tutunmuştur ve bunu da okuyucusuyla paylaşmıştır. Bu toprak sevgisinin kaynağını ve şiirinde neden kullandığını şöyle ifade ediyor Altıok: ‘’Bir toprağı anlatmak değil mi ki / Bir insanı anlatmaktır biraz da’’. Evet, Altıok bu toprakları anlatıyor şiirinde, yani bizi.

Ama içimizden bazıları Altıok’u ne yazık ki anlamadı. 2 Temmuz Cuma günü Sivas’ta düzenlenecek bir anma etkinliğine gitmeden önce ikinci eşi Nebahat Hanım’a tüm kitaplarını ‘sen de imzalı kitap setim yok’ deyip imzalıyor ve eşine elvedasını böyle yapıyor. Anma şenliklerinin yapıldığı şehirdeki Madımak Oteli’ne yapılan saldırıda acı bir şekilde 33 yazar, 2 otel çalışanı yanarak ya da dumandan zehirlenerek hayatlarını kaybediyorlar.

Madımak Oteli’nden Cumhuriyet Hastanesi’ne getirilen Altıok’u bir gün önce panelde dinleyen bir doktor fark ediyor ve nabzı sıfır olmasına rağmen şaire sahip çıkıp müdahale ediyor. Şair beş gün boyunca tedavi görüyor lakin 9 Temmuz Cuma günü daha fazla direnemeyip hayata gözlerini yumuyor.

Sözlerimizi Altıok’un Birini Bulurum adlı şiirinin son kısmıyla bitirelim: ‘’Biri mutlaka vardır / Zonguldak’ta, Sivas’ta / Yakında ya da uzakta / Binlerce baca arasında / Dumanı lekesiz biri / Ama ben anlaşılan / Kendimi karıştırıyorum’’.

Gökhan Ergür

Görüşürüz İhtiyar

İnsan ömür boyu kendine dolanan bir bağ
Gibi konuştu, gibi söyledi, gibi sevdi
Seyrek neşe, biteviye dalgınlık, borçlu sabahlar
Bir şehrin ortasında hep yaşıyor gibi yaptı

İlkeli ve tarafsız bir haber gibiydi yeryüzünde
Herkes dinliyor gibi yaptı, çiçekler hariç
Hiçbir markaya yer açmadığı göğüs kafesinde
Biraz tütün biraz susam kırıntıları vardı

Herkes derdi, herkes farklı yerlerinden sancıyor
Oysa kader bulanık değil, her şey çoktan olmuş
Gibi çekildi, gibi sustu, gibi tek başına
Anlatmadı yağmur neden ıslatmıyor toprağı

Gitti ama bilseniz kimse görmedi gidişini
Koca bir günah gibi yürürdü, öyle durdu
Öldü bir suç olarak bir itiraz olarak öldü
Çıktığı bütün yollara yüreği dağıldı

Yağız Gönüler

Sınıfı geçmek için dua

kendimden başka
kimseye kızmıyorum
kendime yakıştırmadığım her davranış
her söz
kalbimi
içinde Yusuf’un olmadığı bir kuyuya düşürüyor
yaşamaktan
sınıfta kaldım
oysa
sınıfımı geçmek için anneme söz vermiştim

ölüm hak, ecel gerçek
ancak merhametsizlikten de
ölüyor insanlar

omuzlarımda dağlar
avuçlarımda ardıç kuşu
taşıyorum
ve kalbimde umudum

Allah’ım…
her hatamdan sonra merhametinle
yeniden fırsat veriyorsun
utanıyor, nadim oluyor ve şükrediyorum
konuşmaya sözüm, başımı kaldırmaya yüzüm yok.

Allah’ım…
gönlümü, davranışlarımı, sözlerimi
sıraya koymama yardım et
günahkarım, başım önümde, mahcubum
cennetinden
ayakta duracak kadar bir yer istiyorum.

İbrahim Çolak

Marina Tsvetayeva ya da Alabuga’da Ölmek

Tavan arası penceresinden görüyorsun tepeyi, servi ağacını, köylülerin unuttuğu patatesleri bulmak için her alacakaranlıkta keşfe çıktığın tarlayı. Kabukları sen yiyip, içini karnı hep aç olan Mur’a ayırıyorsun.

Oğlun öylesine sıskaydı ki zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Önce maviye dönen sonra akşam karanlığında gözden kaybolan bir tepe, hiçbir yere gitmeyen kıvrımlı bir yolun kenarına dikilmiş bir servi ağacı ve karların erimesiyle çamur deryasına dönüşmüş bir tarla.

Tavan arası penceresi artık mutsuzluğunu kelimelere sığdıramayışından, artık sevilmeyişinden ve yemek yapmayışından bu yana dünyayla tek bağlantın.

Tarla boş sayfanın, ekin alanları satırların, servi ağacı da kalemin yerini tutuyor.

Pencere ve tavan arası sürgünde ölen eski mülk sahibine aitti, sandalye ise senin dilini bilmeyen Tatarlara ait. İpi sen ekledin.

İp tavan kirişine tutturulmuş, düğüm hazır.

Donmuş patates ararken ellerinle eşelediğin saban izlerine bir adım ötede bulunan Alabuga Mezarlığı’ndaki cenazene katılmayacak olan Mur, “Kendini asmakla iyi etti” diyecek.

“Hırsız”, “pis hırsız” diye bağırmıştı dün sana tarla sahibi. Patatesi arkanda saklayarak ondan özür dilemiştin ama suç delilini geri vermemiştin.

Bu olayı Mur’a anlattığında, omuzlarını silkti.

Mur’a artık bu hayata dayanamadığını, kendini asacağını söylediğinde duymamazlıktan geldi.

Kendini asmayacaktın, eğer oğlun daha az acıksaydı, yazmak için bir masan olsaydı ve düşman yararına casusluk yapmakla suçlanan kocan ve kızın Alya’dan haber alsaydın. Bir yıl önce tutuklanmışlardı. Belki de idam edilmişlerdi.

Kendini asmayacaktın, eğer daha az üşüseydin, Alman ordusundan kaçan yazarları taşıyan kamyonda Alabuga’ya kadar gitmek yerine Çistopol’da inmiş olsaydın.

Kendini asmayacaktın belki, eğer Boris Pasternak Moskova metrosunda beş dakikalık bir karşılaşma neticesinde beş yıldan uzun sürmüş bir mektuplaşmaya aniden son vermemiş olsaydı. Rilke ateşli mektuplarına cevap vermiş olsaydı, genç eleştirmen Bakhrakh’ın sabrını tüketmemiş olsaydın, Berlinli yayıncın Abraham Vichniak aşk mektuplarını sana tek kelime etmeden iade etmemiş olsaydı.

Kendini asmayacaktın, eğer daha az yoksul olsaydın, yazmaya devam edebilseydin ve kocanın en yakın arkadaşı yakışıklı Konstantin Rodzeviç ilişkinizi bitirmemiş olsaydı.

Yaşanmış ya da yazılmış olsun, tutkularının, sevdalanmalarının listesi uzayıp giderdi.

Bir mahkumun öteki mahkûmla kendisini ayıran duvara vurması gibi yazıyordun. Yapayalnız olsan da bu dünyanın bir parçası olduğunu hissedesin diye. Yalnız ve yoksuldun, dört bir yana saç tığın kelimeler açısından ise zengin.

Bir kiriş, bir ip, bir sandalye ve acılar yüzünden taşa dönmüş yüreğin. Bakışların, başının üstünde sallanan düğümden servi ağacına kadar kıvrıla kıvrıla giden siyah çamura ve aniden karanlığa gömülen tepeye gidiyor.

Karar vermek için neyi bekliyorsun?

Üstüne çıktığın sandalyeden inmen, ipi kirişe doğru geri atman için tek bir seslenme, kapını çalan tek bir el yetecekti; kendini başka bir sefer asacaktın, zira bu söz sürekli dilindeydi, ölüme kendi seçtiğin tarihi kabul ettirmeye kararlıydın hep. Ölümün önüne geçmeye.

Kararsızlık bütün enerjini alıyor. O melun sandalyeden inemiyorsun, sandalyenin çivileri ayak tabanlarına kadar ilerlemiş gibi çakılıp kalıyorsun, her ne kadar ellerini oynatmaya devam etsen de. Bu, zaten zorluklar karşısında hep yaptığın bir hareketti.

Sağ elinin tersiyle, omzunun üzerinden havaya vuruyorsun. “Başa gelen çekilir” diyor elin.

Yaşlanmış ellerin, toprağı eşelemekten, yer bezlerini sıkmaktan, arkasını döndüğü anda yeniden biriken inatçı tozları süpürmekten aşınmış. Aynaların önünden geçerken, yüzündeki derin kırışıklıkları, belirginleşen damarlarını, yaşlı bir ağaç kabuğu gibi çatlayan cildini bir daha görmemek için gözlerini kapatıyordun.

Yumuşak, pürüzsüz bir çocuk eli beliriveriyor gözkapaklarının altından. Karınları doysun diye, en azından sana söylenmiş olan buydu, kızlarını emanet ettiğin yetimhanenin kapısında eteğine yapışıyordu bu el, sen ise ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan hasta kız kardeşiyle bir an önce eve dönme telaşındaydın.

Feci derecede pis bir battaniyeye sardığın ateşler içindeki hasta kızınla, zeka geriliği nedeniyle senin adını telaffuz etmekte zorlandığı için kız kardeşinin adını haykıran küçük kızına bakmadan yetimhaneden ayrılıyordun.

Sevilmeyen İrina, okşanmayı bekleyen bir köpek yavrusu gibi etrafında dönüp duruyordu. Bitleri yok etmek için kazınmış kafasıyla, tüyleri yolunmuş bir kuş İrina.

Yetimhanenin kapısı arkandan kapanır kapanmaz, bir metronom gibi düzenli bir şekilde kafasını yere vurmaya başlamıştı İrina.

Merhamet duymanın zamanı değildi. Moskova’ya giden yolu bulmak, yoğun siste, her zamankinden daha erken inen gecede yolu kestirmek zorundaydın. Taş kesilmiş karın üstünde. Özellikle de eteğine yapışan küçük ellerden uzaklaşmak zorundaydın.

Alya’yı ölümden kurtarmak önceliğindi, yaşama nedenindi.

Üstün zekalı bir çocuk olan Alya daha sekiz yaşındayken günlük tutardı, oysa İrina dört yaşındayken konuşamıyor ve hâlâ altına yapıyordu.

Hayırsever kimselerin kapına bıraktıklarıyla karnını doyuran, etraftan toplanan odunla ısıtılan Alya bir aylık bakımın ardından ayağa kalkmayı başardı. Sıtmayı yendiğinde, sen de “öteki”ni hatırladın ve yetimhanenin yolunu tuttun.

“İrina öldü” demişti kapıdan girer girmez bir çocuk sana. Diğer çocuklar gibi açlıktan ve bitkinlikten ölmüştü. Günlük iki öğünü iki sıcak su çorbasıydı, ilkinin içinde bir lahana yaprağı vardı, ikincisinde de lezzet versin diye sayılı mercimekler.

İki aydır üstünden çıkarmadığı kirli pembe elbisesiyle ölmüş ve gömülmüştü ama sarı saçları yoktu; kafası bir mahkûmunki gibi tıraş edilmişti.

Ölümünden bu yana yirmi yıl geçse de bu olayı düşünmekten imtina ediyorsun, sadece gerektiğinde hatırlıyorsun, nadiren adını anıyorsun.

27 Kasım 1919’da Moskova yakınlarındaki Kurskevo köyündek yetimhane için yola çıkış, orada çocuklar daha iyi beslenecek” diye yazıyorsun günlüğüne.

“Sıkı sıkı giydirilmiş Alya için üst bas, iki kitap ve bir defter İrina’nın üstünde aynı elbise.”

Büyük olan çocuğunun önünde diz çökerek, ona mümkün olduğunca çok yemek yemesini öğütledin. Özellikle de annesini unutmamasımı.

“Bunların hepsi bir oyun sadece” diye açıkladın ona. “Küçük yetim rolu oynayacaksın. Yetimhanede değil sarayda yaşaman gerekirken, saçların kazınacak, ayaklarına kadar gelen uzun ve kirli bir pembe elbise giyeceksin ve boynuna bir numara asılacak. Sana dediğim gibi, bu bir oyun, müthiş bir şey değil mi? Harika bir macera olacak, çocukluğunun en büyük macerası. Anlıyorsun değil mi Alya? Bir tek seni sevdiğimi sakın unutma.”

Zaten ne söylediğini anlamayacak olan İrinaya tek kelime etmedin, kuş beyni her şeyi tersinden anlardı, yoksa kızağı az kalsın devirecek olan kar fırtınasından korkar ve yetimhanenin gri ve kasvetli binası karşısında ellerini çırpmazdı. Ondan bir ay hiç haber almadın. Düşüncelerin, hareketlerin Alya içindi. İrina bekleyebilirdi. Sarı saçlarını, ince boynunu, kaskatı olmuş pis elbisesini görüyorsun şimdi. Karnının aç olması, “dudu dudu” diye şarkı söylemesini engellememişti. Açlıktan uyuyamadığı zaman şarkı söylerdi, demişti arkadaşları sana. Onu da kız kardeşiyle birlikte eve geri getirseydin daha iyi olacaktı, yerin daracık olsa da, evyede bulaşıklar yığılsa da, on bes metrekarede ona da küçük bir yer bulsaydın, Alyaya olan sevginden birazını da ona verseydin.

Yüreğinde iki kızına da yetecek yer yoktu. Alyayı beslemek için İrina’nın payından kırpardın, İrinayı Alya’nın eskileriyle giydirirdin. Onu hiç öpmezdin.

Bu görüntüler hatırındayken nasıl hayatta kalabilirsin ki, Mur’un dünkü hakaretlerini, yarın NKVD’deki soruşturmanı, kocan ve kızının “artık mahkam listesinde isimlerinin olmadığını, yani idam edildiklerini nasıl unutabilirsin, komunizmin estetik anlayışına uymadığı için şiirlerinin yayımlanmadığını ve bulabileceğin tek işin Yazarlar Birliği’nin lokalinde bulaşıkçılık olduğunu nasıl unutabilirsin ki.

Daha yaşamalı mısın yoksa ölmeli mi, onu bile bilmiyorsun.

“Hırsız” diye bağıran köylünün sesi Alabuga’nın havasını delip geçiyor, yüzü bir saban izinin üstünde dalgalanıyor. Tavan arası penceresinden görünüyor, ikinci kere hırsız kelimesini tekrarlıyor sanki bir kere yetmezmiş gibi.

Ayağın, ayaklarının altındaki sandalyeyi itiyor, ipin insafina kalıyorsun. İp boynunun etrafında daraldıkça dünya da küçülüyor Köylü, tepe, tarla, bir fırtınada kaybolup gidiyor. En son giden de kurşunkalem gibi budanmış servi ağacı, kısa hayatının simgesi.

Marina Tsvetayeva ya da Alabuga’da Ölmek

Venus Khoury-Ghata

YKY Yayınları

Şairin Ölümü (Marina İvanova Tsvetaeva için)

Yatıyordu. Çehresi, hafifçe yükseltilmiş,
solgun ve dargındı dik yastığında,
dünya ve dünyaya ait bildiği ne varsa,
artık duyularından koptuğundan bu yana,
hepsi de umursamaz bir zamanda yitirilmiş.

Onu öylece yaşarken görenler, bilmemişlerdi,
ne kadar da bütünleşmiş olduğunu bütün bunlarla;
çünkü bunlar: O derinlikler çayırlarda
ve sularda, bütün bunlardı çizen o çehreyi.

Onun çehresiydi aslında bu enginler,
onlar ki, görücüye çıkmışlardı şimdi şaire;
korkuyla ölmekte olan maskesine gelince,
sanki havayla temas ettiğinde bozulan bir meyvenin
içi gibiydi, öylesine kırılgan ve ince.

Rainer Maria Rilke

Mektup

Böyle mektup beklenmez,
Bir mektup beklenir ancak
Paçavra cinsinden bir bez,
Çevresinde bir şerit olacak
Tutkaldan. İçinde -bir kelam.
Ve mutluluk. Hepsi o kadar.

Mutluluk beklenmez böyle,
Böyle beklenen -sondur:
Asker selamı top ve fişekle/
Ve göğüs içine -kurşunun
Üç parçası. Kan gözlerde.
O kadarcık. İşte böyle.

Mutluluk değil -ömür geçti!
Rengimi uçurdu rüzgâr!
Belki avlunun köşesi
Ve de kara namlular.

(Bir mektubun köşesi:
Mürekkep ve füsundan!)
Ölüm uykusu için
Kimse yaşlı sayılmaz!

Bir mektubun köşesi.

11 Ağustos 1923
Marina Tsvetayeva

Şiir

Aklımda başka, bambaşka şeyler,
Peşinde gibi bulunmaz hazinenin
Adım adım, birer birer
Yoldum tüm gelinciklerini bahçenin

Tıpkı öyle, bir gün, bir kurak
Yaz günü, kıyısında bir tarlanın
Koparıp alacak başımı ölüm
Kayıtsız ve dalgın

Marina İvanova Tsvetaeva

İşte bir tarla kuşu

İşte bir tarla kuşu,
İşte bir hanımeli,
İşte avuç avuçmuş,
İşte dökülmüş gitmiş.

Marina İvanova Tsvetaeva

Eşya

Koparırlar hayattan

Çekerler hayata gene
Ellerinde oyuncağız.
Evire çevire.
Yaşayacaklar gibi sonsuz
Edinmeler – –
Bir dönem soğuruz
Azalırlar eskidiklerinden
Önce umursamazken
Başlanırsa toplanmaya eşya
Umutlusunuz
Uzun yaşamalardan.
Çocuklara kalması
Çocuklar – –
Hızlı değişme
Alaylı bakışları.
Bir yaştan sonra
Eşyalara düşmeniz – –
Bu demek ki
Gönlünce yaşamadınız.

Behçet Necatigil